tag:blogger.com,1999:blog-77953434263014092702024-02-18T23:26:06.742-08:00 GlobocicaÇanakkale HattıUnknownnoreply@blogger.comBlogger25125tag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-11838731447704758782020-05-30T14:09:00.000-07:002020-05-30T14:09:01.738-07:00Osmann, Osman<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsLIdQsW1LWjm44oupNLgon3FRBlhUN9yxiMa-im3VhKrTfOpZprDoaYVWhF_i4j04GWC7ZWm5lqAI78xljQF8B-xAWel-5MLtOPxJ3lP6ri_qmYUoz9VPaYih3PzlQ2Vb4sQxcvw7Y0Y/" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="750" data-original-width="1000" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsLIdQsW1LWjm44oupNLgon3FRBlhUN9yxiMa-im3VhKrTfOpZprDoaYVWhF_i4j04GWC7ZWm5lqAI78xljQF8B-xAWel-5MLtOPxJ3lP6ri_qmYUoz9VPaYih3PzlQ2Vb4sQxcvw7Y0Y/d/osman.jpg" /></a></div><div><br /></div>Bizi izleyen ve okuyanlar zaman zaman kalemi sıcak ve kuvvetli arkadaşlarımızı blogumuzda misafir ettiğimizi bilirler. Yine öyle bir noktadayız. İstanbul Teknik Üniversitesi' nden sınıf arkadaşım Osman' ı taktimimdir; bakalım Osman kadar sıcak, samimi ve doğrudan kendini anlatan bir mühendis aktivistle tanışmış mısınız görelim? <div><br /></div><div>Dostlarım,<br />1961 yılı ocak ayında Artvin, Arhavi, Dikyamaç köyünde bir dağın tepesinde ebesiz yedi aylık doğmuşum. Göbeğimi rahmetli anacığım kesmiş.. Ancak avucuna sığabiliyor muşum.<br />Bana bakıp bakıp ağlarmış, ben de doğduğumda herkes gibi ağlamışım. Tabii anadilim Lazca. Dört yaşında terzi babamın işi nedeni ile İstanbul' a gelince Türkçe öğrenmeye başlamışım.<br /><br />Benden bir yaş büyük ablam ilkokula gidince ben de gideceğim diye evden kaçtığımdan sadece ablamın nüfus cüzdanını gösterip bunlar ikiz diye kayıt yaptırmış babam, ama ablamdan önce ben okumayı sökmüşüm. Üç sene yan yana sırada oturmuşuz. Sonra bu çocuk çok küçük diye beni sınıfta bırakmışlar.<br />İstanbul Şehreminili olmuşum. Bu yüzden Ereğli mah. Saray meydanını çok severim. Millet caddesinin her iki yanında da oturmuşuz, daha o yaşlarda dörder şeritli çift yolda kazaya kurban gitmeden uzun yıllar gidip gelmişim.<br /><br />Doğduğum topraklar yemyeşil ve her çeşit meyve ağaçları ile dolu olduğu için ağaca daha üç yaşında tırmanmaya başlayıp dalından meyve yemeyi çok severdim. Hala Öyle ..<br /><br />Şehremini İbrahim Alaettin Gövsa ilkokulu ,<br />Şehremini Lisesi orta kısmı,<br />İstanbul Şehremini Lisesi ve İTÜ Kimya-Metalurji Fakültesi<br />Kimya Mühendisliği' nden mezunu oldum.<br />78 kuşağı olmaktan gurur duyarım...<br /><br />Sevgili babamı 1979 yılında kaybettim, ben daha 18 babam ise 49 yaşındaydı. Biz dört kardeşiz. Annem 12 yaşımdan beri ayrıydı.<br />Boşanmadılar ama ayrı yaşıyorlardı, ben babamla beraberdim. Daha 13 yaşında yemek, çamaşır ve ev işleri ile tanışmışım. Elde çorap yıkamayı, süpürge ile toz kaldırmadan yer süpürmeyi babamdan öğrendim.<br /><br />Zaten babamın konfeksiyon dükkanında yaz tatillerinde ara ütücü olarak çalıştığımdan kalıp, kesim, dikiş, ütü vb. işleri yaptım, öğrendim. Kader, hayat bu ya kimya mühendisi olup sonra da iplik ve kumaş boyacısı oldum. Yani baba mesleğini bir adım ileriye taşımıştım. Türkiye' nin en köklü bir entegre tekstil fabrikasında mesleğe başladım. Kimya nankör meslektir derler. Tekstil de ondan nankör, çok yorucu bir iştir. Yedi gün yirmi dört saat üç vardiya çalışma sistemi vardır. Bu iyi takım olma, dayanışma ve ortak akıl ile bilgiyi kullanarak kombine çalışmayı gerektirir.<br /><br />İlim, bilgi ile desteklenmiş ortak akıl çok önemlidir. Bunu gördük. Biz buna bilginin gücü diyoruz.<br />Kaliteli ve uygun fiyatlı ürün üretimi, yani verimlilik ancak böyle mümkün olmaktadır. Yıllarca yani otuz sene tekstil boya terbiye işi ile uğraştım . En zor krizli bunalımlı dönemlerde fabrikalar kurup bacayı tüttürüp üretim yaptım. Eğitimli iş gücüne saygım bu yüzdendir. Saygı, sevgiyi doğurur. Sevgi ile çalışmak ahenk yaratır. Ahenkli çalışma verimli üretim ve kalite demektir. Bunu yaşadık. İşte bu yüzden emeğe alın terine saygım büyüktür. 2016' da emekli oldum .<br /><br />13 yaşından 18 yaşında üniversiteli oluncaya kadar yaz tatillerinde Dikyamaç köyünde çiftçilik, tarım ve hayvancılık işlerinde yardımcılık yaptım. Ot kesmek, çay ve fındık toplamak inekler için yem hazırlamak önemliydi. Ceviz ağacını çok severim ve görünce sarılırım hemen. İşte bu yüzden sincabı da çok severim. Maskotum sincaptır benim. Çok seri hızlı ve akıllıdır, işini hızlı ve iyi görür. Bizde fındık Dünya tatlısıdır.<br /><br />Evin kedisi köpeği olduğu için onlarla birlikte büyüdük. Köpek en iyi dosttur.<br />Kümesten ellerimizle yumurtayı alır pişirirdik. Ama hepsini toplamazdık. Follukta hep birkaç yumurta bırakırdık. Civcivleri, piliçleri çakaldan, yırtıcı şahin ve doğandan korurduk.. işte bu yüzden ihtiyacı olanları korumayı kollamayı öğrendik.<br /><br />Ihlamur ağaçlarının çiçekleri bizim, yaprakları ise ineklerin idi. Üç senede bir budardık. Yararlı olurdu.<br />Ihlamur ağacı en beğendiğim ağaçlardandır. Kuşlara yuva, arılara bal kaynağı. Var mı böyle bereketli ağaç.<br /><br />Deniz den dereye köyden yaylaya bütün doğaya aşık oldum. Zirvelerden pınarlardan çıkan ilk suyun ırmakla sonra dereyle kavuşup denize ulaşmasına kadar adım adım gördüm.<br />İşte bu sebeple güzel pınarlardan billur gibi soğuk su içmekten çok hoşlanırım. Bu yüzden dağlara ve suya aşık oldum. Kırmızı benekli alabalıkları tutup elime alınca onları da sevdim. Küçük olanları karışlayıp geri suya atardım.<br /><br />Yaz günü dereyi çamurlu suyla bulandırıp güneşin altında kepçe ağla amcamla balık avladığımızda bazı balıkları o görmeden suya geri yollardım. Elimizdekilerin fazlası ile yeterli olduğunu düşünürdüm.<br /><br />Alabalıklar bildiğiniz gibi çok kıvrak ve güçlüdür. Mücadeleci ve akıllıdır. Gövdeleri üzerinde sürünerek en sığ suda hatta karada ıslak zeminde bile ilerlerler. Kolay kolay ölmezler. Şelalelerden yukarıya çıkabilen, zıplayabilen muhteşem varlıklardır. İşte o yüzden yaşam mücadelesini gördüm öğrendim.<br /><br />Mayıs ayında renk renk kelebekler yusufçuklar larvalar onun beslenme zincirinde yer alırlar. Ha bu arada çamurlu bulanık suyu hiç sevmediklerini, kenar kuytu yerlerde kumun üzerine yatarak korunmaya çalıştıklarını gördüm. Çamur onların solungaçlarını tıkadığı için çok tehlikeli idi. Sular her ne kadar çağlayarak akıp çok bol oksijen taşısa da yine birkaç günden fazla çamurlu su kötüydü.. işte bu yüzden kirli bulanık suları sevmem. Hele suyu bulandıranlar kişilerden ve bulanık havalardan hiç hoşlanmam.<br /><br />İşte bu yüzden açık, şeffaf, berrak olmayı severim.<br />Dostlarım benim ne düşündüğümü nasıl olduğumu bilirler. Dosdoğru konuşmayı severim. Gerçekler gibi açık net ve anlaşılır olmak çok önemlidir benim için.<br /><br />Tabiat, habitat ve yaşam alanı yani eko sistem bütünlüğü ve korunması gereği ve tehlike altında olduğu yıllar önce beynime kazındı. Karadeniz sahil yolu talanı bizi denizimizden kopardı. Onun için deniz dolgusunda gerekli taş ocakları yıkım ve talanı bizi deremizden kopardı. O derede yıkanır, serinler yüzerdik. Yüzmeyi derede öğrendim. İlk derede yüzdüm.. Aynı zamanda yüzmek ve kana kana akan suyu içmek ne büyük bir zevktir. Derede yüzen kolay kolay boğulmazmış.<br /><br />Hidro elektrik santral yani kısaca HES bu cennet doğamıza son darbeyi de vuruyor. Tekniğine projesine kurallara uygun HES lere bir diyeceğim yok. Hem bizim oralarda mikro HES her yerde yapılabilir. Su değirmeni gibi. Akar su çok olduğundan nerede ise her evin arazisinde su değirmeni vardır. Zamanında köylüler desteklense idi tüm Karadeniz vadilerinde on binlerce mikro HES/su değirmeni olurdu. Dünya bankasından dolarları devşirmek için HES yalanı ile doğa talanı yapanlardan nefret ederim. Amaç HES sözleşmelerini dünya borsalarında satmak ve düşük faizli enerji kredileri kapmak. Bizim şark kurnazları için biçilmez bir kaftan gibi dağlardaki su kaynaklarının kullanım hakkı da yıllarca onların oluyor. Geleceğimiz için büyük bir tehlikedir bu..<br /><br />İşte bu yüzden ellisinden sonra doğa ve yaşam savunucusu bir aktivist oldum. Ata yurdumun değerlerini ve topraklarını korumak için devletin gücü ile mücadele edeceğimi rüyamda görsem inanmazdım.<br /><br />Evet milenyumda vatanımızı ve geleceğimizi devletin imkanlarını arkasına alanlardan korumak kurtarmak zorundayız. Gün gelecek temiz içilebilir sular petrolden çok pahalı olacak.<br /><br />Emperyalist sermaye dolaylı yollardan yer altı ve yer üstü kaynaklarımızı aymazların yüzünden sömürmeye çalışmaktadır. Bu ayan beyan açıkça görünüyor. Yer altı ve yer üstü kaynaklar tüm milletimizin haklarıdır. Bunlar birkaç çapulcuya terk edilemez. ..<br /><br />Şimdilik bu kadar, en iyi dileklerimi sunar, hepinizi saygı ve sevgi ile selamlarım. Sağlık ve esenlik dolu bir gelecek diliyorum.</div>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-45968335697822383902020-03-15T04:00:00.001-07:002020-03-25T13:24:36.190-07:00TC Ayşe' nin bir haftalık Korona sınavı<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwajUSezT3u5zeieUX8uc6h-8tNsEn0-OpQJXK5aQHUjjzg4z2yEvpHv-H4vCpW6aAW8GwdI4oWLYTQUWES7DbjBGyElReX2TF5rkP8XA4Zgz2yS7GIOKyIsGvynjwZPwE6KhDHl0OeT8/s1600/corvid-19.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="420" data-original-width="700" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwajUSezT3u5zeieUX8uc6h-8tNsEn0-OpQJXK5aQHUjjzg4z2yEvpHv-H4vCpW6aAW8GwdI4oWLYTQUWES7DbjBGyElReX2TF5rkP8XA4Zgz2yS7GIOKyIsGvynjwZPwE6KhDHl0OeT8/s1600/corvid-19.jpg" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Coronavirus</td></tr>
</tbody></table>
<b><br /></b>
<b><br /></b><br />
<b><br /></b>
TC Ayşe' mi çok takdir ediyorum ufaktan kıskanıyorum galiba. Bal tatlısı bir kalemi var:<br />
<b><br /></b>
<b>9 Mart 2020, saat 08</b><br />
Yani nedir bu.. Orantısız ve haince, tam taş otelin önünde... Bizim kapı; oraya her yönden gelinebilir engellenemez yani. Kelkurt' a bakan tüm eski apartmanların bir çıkışı vardır, Sıraselvilere ve dolayısıyla Kelkurt' a. Otelin garajına atmışlar bombaları, güvenlikçi Cengiz bir sürü parça toplamış, atmış.. Sabah Hulusi arıyor; Ayşe, gözüm sular içinde kaldı, genzim yanıyor. Etkisi halen devam ediyor diye. Noldu yani, püskürttün, attın bombayı ? Patlak lastik daha tutarı. Orasını kapa sustur, burasını engelle... İçte çok gaz birikti çook !<br />
<br />
<b>9 Mart, saat 19:45</b><br />
Yahu ABD' de de bile ölü sayısı 21 olmuş. Bizde Korona' nın ko' sunun bile olmaması, hiç kimsenin yakalanmayıp ölmemesi nasıl bişeydir ? bu na kim inanır...<br />
<br />
<b>10 Mart, 18:40 ·</b><br />
Ve patladı, okulların kapatılması gündemde. Kamu personeli yurt dışına gerekmedikçe çıkmasın. Kendinizin içine kapanın izole olun, Evinizde yaşayın ! Korona olmasam bile bu süre sonunda akıl sağlığım pek yerinde olmayacaktır.<br />
Evde 3 oda ve 3 kişi var, her birimiz ayrı odalarda. Kavga gürültü olmasın diye, su ve tuz bakliyat (neden bakliyat anlamadım TC Ayşe) takviyesi yapsak diye düşünürken.. Hulusi, Haydar efendiyi çağırıyor.. Saygı apt Korona genelgesini bildiriyor;<br />
Kolonya var mı, hep sür...<br />
<i>Çamaşır suyu ile günde 2 kere apartmanı sil.. </i><br />
<i>Kapı kollarını düğmeleri.. </i><br />
<i>Sarılma, tokalaşma... Camiye her dakika gitme. </i><br />
<br />
Der demez, Haydar efendi el kol sallamaya başlıyor.<br />
<i>Yook be yaaa.. Bizim buralara uğramaz o... </i><br />
<i>Bunları yaparsam camiye gitmesem birbirimizi yeriz sonra... </i><br />
<i>Yok bize bi şeycik olmaz, olmaz beya </i><br />
<br />
diyip söylene söylene gidiyor. Biz medeni bir ülke değiliz, kedi gibi pisliği örtmeye çalışırız yok sayarız. Karantinaya da uyamayız...<br />
<br />
<b>11 Mart, 08:31</b><br />
Bizim evin Korona virüs halleri. Dalgaya da vurmak lazım.<br />
Sabah kahvaltı sofrası; Çok sempatik bir Prof anlatıyor.<br />
<i>Elinizi oranıza buranıza sürmeyin mendile hapşırın..</i><br />
<br />
Bak diyor Hulusi,<br />
<i>bak Fahriye, Sana anlatıyor. </i><br />
<br />
Prof devam ediyor: bu virüsün yarasalar dan geçtiği düşünülmekte.<br />
<i>Hayvanlardan bulaşır mı evcillerden ?</i><br />
<br />
diye soruyor biri..<br />
Prof diyor ki: biz kedi ve köpeklerle iç içeyiz ama, pek tabii bulaşır..<br />
Hulusi dönüyor Fahriye' ye<br />
<i>Kedileri öpme onlarla oynama</i><br />
<br />
der demez Fahriye bir hışım sofradan kalkıyor,<br />
<i>Bana bakın sizin <b>Yarasanix olurum </b>görürsünüz gününüzü Yeterrr</i> !<br />
<br />
diye bağırmaya başlıyor.. Ve Allah' a emanet metro yolculuğu yaparak okula gidiyor şimdi...<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYBmGxE-MvzHB3GCl0xf1yS2iP3fTfJntkN6iDZLHieEElX4iIzGhUi_V4RHfaMBECEoBhsUXsQuORcfEAOA4214bhBUANUFgDVt75mWsjinD9FlYCVk-z3ELUpRIa4FBHqW7ZjteuWHI/s1600/seyfettin-day%25C4%25B1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="340" data-original-width="720" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYBmGxE-MvzHB3GCl0xf1yS2iP3fTfJntkN6iDZLHieEElX4iIzGhUi_V4RHfaMBECEoBhsUXsQuORcfEAOA4214bhBUANUFgDVt75mWsjinD9FlYCVk-z3ELUpRIa4FBHqW7ZjteuWHI/s1600/seyfettin-day%25C4%25B1.jpg" /></a></div>
<br />
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b>11 Mart, saat 16:00 </b><br />
Uzmanlara göre Korona sıradan bir grip virüsünden daha tehlikeli değil, bu kadar korkuya yer yok. Ama tüm dünyanın korkmasını istiyorlar gibi bir gerilim ve panik oluşturuluyor. Amacın ne olduğu zamanla çıkacak. Dr. Hamit Hancı<br />
<br />
Şöyle bir yorum da var. (alıntı)<br />
Bence ne çıkacağı ortada, sanal para çıkıcak...<br />
Tabi ki kısa süre sonra yeni sanal para ismi gündeme gelicek ve kimse anlamadan hepimiz otomatikmen elektronik paraya dönmüş olucaz. Ayrıca sanırım bu hastalık ırk seçiyo olabilir. Cinin etrafinda kaç binlerce Türk var, bi tanesi dahi hasta olmuyo, ölüm yok...<br />
Türkiye ye gelme ihtimali de yok demiyorum, imkansiz diyebilirim...<br />
<br />
<b>14 Mart, saat 11:30</b><br />
Evet.. Bir cumartesi öğlesinde etraf oldukça boş gibi.<br />
Haydar efendi koridorları yıkıyor.<br />
<i>Aman</i> diyorum <i>aman. Dikkatli ol, kolonya sür. Camiye gitme...</i><br />
<br />
Nereye gidiyom ki yahu diyor.. 150 kişiden 75' i yok. Kimse gelmiyor, ben de gitmiyyom aha.. Diyor...<br />
<br />
Akşam bana Gülen;<br />
<i>Anne yarım gün alışveriş izni olucakmış böyle bir söylenti var. </i><br />
<br />
dedi...<br />
<i>Yok ya artık</i><br />
<br />
dedim.. Bugün tünele kadar yürüyelim, Cihangir' e uğrayıp gelelim dedik. Yollar tabi ki boş nispeten. Üstelik Arap makulesi de deliklerine girmiş herhalde.<br />
<br />
Cihangir' de nefret bir tuhafiyeci var. Adını bilmem. Hacı diye tarif ederim herkes anlar.<br />
<i>Bakıyım yeni bir ip var mı</i><br />
<br />
dedim.. Hacı yok oğlu seslendi buyurun diye. Dedim malum evdeyiz yeni ipler var mı bakıyım.<br />
<i>Niye evdesin ablacım? </i><br />
<br />
dedi..<br />
<i>Ee karantina' dayız ya</i> dedim.<br />
<i>Ooo pek erken girmişsin o psikolojiye. </i><br />
<i>Evelallah iman gücümüzle hiç bi şeycik olmaz bize </i><br />
<br />
demez mi ? İman gücümüz kas gücümüz, Gen gücümüz... Derken eve geldim TV açık; Duydum ki AVM ler yarım gün açık olması gündemdeymiş...<br />
<br />
İtalyan psikolog Morelli’nin yazısınin cevirisi:<br />
<br />
<i>İnanıyorum ki evren, kuralları tepetaklak geldiğinde, bunları düzeltmenin bir yolunu bulur.</i><br />
<i>Birçok anomaliyi ve paradoksu yaşadığımız bu günler düşündürücü...</i><br />
<i>Küresel ısınmanın çevreye yarattığı zararların endişe verici boyutlara ulaştığı, Çin ve onu takip eden birçok ülkenin bloke olmak zorunda kaldığı bir dönemde, ekonomi yerle bir olurken hava kirliliği önemli oranda azalmakta; hava düzelmekte, maske kullanmak zorunda kalırken aslında daha temiz bir nefes almaktayız.</i><br />
<i><br /></i>
<i>Dışlayıcı politikaların ve ideolojilerin, tarihimizdeki aşağılık bir dönemi anımsatarak tüm dünyada artmaya başladığı bu tarihi noktada, bir virüs gelir ve bizi dışlanan, tecrit edilen, sınırlarda bloke edilen ve hastalık taşıyan yapar. Hiçbir suçumuz olmasa da. Beyaz, batılı ve business class yolcusu olsak da.</i><br />
<i>Üretime ve tüketime dayalı bir toplumda, günde 14 saat ne olduğu belli olmayan bir amacın peşinde, Cumartesimiz, Pazarımız, takvimde kırmızı ile belirtilmiş tatillerimiz olmadan koşarken, bir anda DUR karşımıza çıkar. Evde, günlerce, dururuz. Karşılık ya da para ile ölçmeye alıştığımız, gerçek değerini hatırlamadığımız ‘zaman’ ile hesaplaşmamız başlar. Hala onunla neler yapabileceğimizi hatırlıyor muyuz?</i><br />
<i><br /></i>
<i>Çocuklarımızı büyütmeyi, öyle gerektiği için, başka kişilere, kurumlara devrettiğimiz bir dönemde virüs okulları kapatır, bizi alternatifler yaratmaya, anne ve babayı tekrar çocukları ile birlikteliğe zorlar. Tekrar aile olmaya mecbur bırakır.</i><br />
<i>İlişkilerin, iletişimin, sosyalleşmenin virtüel dünyanın sosyal medyasında gerçekleşerek, bizi yakın olduğumuza dair bir yanılsamaya ittiği bu dönemde virüs bizden gerçek yakınlığı çalar: kimse birbirine dokunamaz, öpemez, sarılamaz; birbirine uzak ve dokunamamanın soğukluğunda kalırız. Bunların anlamını ve önemini ne kadar göz ardı ettik?</i><br />
<i><br /></i>
<i>Herkesin kendi bahçesini düşünmesinin kural olduğu bu dönemde virüs bize açık bir mesaj yollar: tek çıkış yolu aitlik duygusu, topluluk bilinci, başkasını düşünmek, kendinden daha büyük bir şeyi korumak ve onun tarafından korunmak. Paylaşılan sorumluluk, attığın adımın sadece kendi kaderini değil etrafında olanların kaderini de belirlemesi; ve senin kaderinin de onlara bağlı olması.</i><br />
<i><br /></i>
<i>Öyleyse cadı avını, kimin suçlu olduğunu, sebebini düşünmeyi bırakır, onun yerine kendimize bundan neler öğrenebileceğimizi sorarsak, öğrenecek ve yapacak çok şeyimiz olduğuna inanıyorum.</i><br />
<i>Çünkü belli ki evrene ve onun kurallarına borcumuz çok ve bize bunu bir virüs bedelini ödeterek hatırlatıyor.</i><br />
<i><br /></i>
İtalyan Psikolog, F. Morelli<br />
<br />
<b>24 Mart, saat 11:30</b><br />
Tanrı hey dedi heyyy insanoğlu.. Kendine gel... Varlığının kıymetini bilmekten çook uzaklaştın.. Sana verdiğim nimetlerin değerini unuttun.. Özgürlüğünün farkına varamadın.. Al sana bir virüs göndereyim de.. Yada bu virüsü yaratmalarına izin vereyim de gününü gör... 2. Hafta.. Arada kaçamaklar yapsakta.. Herşey dondu.. Sevdiklerimizi her an görebilme dokunabilmek özgürlüğümüz artık yok.. Bunun süreside yok.... Derin nefes aldım.. Hay Allah ne güzel yaşayıp gidiyorduk işte cümlesi döküldü dudaklarımdan.. 2 hafta öncesinde bu cümleyi kurmamıştım işte.. Ottan boktan nice şeyi kafama takıp dönenip durmuştum.. Sonra oturup bu satırları yazdım.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-63590267311981960872019-01-28T07:00:00.004-08:002022-01-08T03:52:30.390-08:00Kalemi güzel<br /> <br /><a href="https://draft.blogger.com/#"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiHhvREZpy78CAnIYN8YNhfqB4eITmn_VgklYMC5TpJf6FQ07IfUK81NUAzWyPShwOi2stKSOwXsnqlgs9V0cayOTOcadZ1bkKXYcQYcjaUXQQXYyg7paySVQSa8boLaAgRAvk6Y2vv2r8/s1600/savgu%25C3%25A7.jpg" /></a> <br />Kalemi Güzel Arkadaşım <div><br /></div><div>Dün Gülen'lere gittik.. Hayatı birebir anında yaşayan toplum reflexlerini anında hisseden gençler onlar. Belki de çalıştıkları platform yüzünden. Benim gibi sırça köşküne sığınmış değiller. Tv de Kazakistan... Binlerce ölü ve ziyan. Yakında gelecek bir film gibi... İçimi çok korku ve kasvet kapladı umutsuzlukları karşısında.. Ayrımcılık şaha kalktı sanki hedef gösteriliyor. Beyaz Türkler, Onların beslediği köpekler. Haram kazancı olan Tüsiatcılar.. Neredeyse bankada mevduatı olup faiz alanlar. çıkın hadi sıkıysa sokağa diyor yahu.. 15 temmuz gibi süreriz sizi. Kimi nereye sürüyosun? Vatanımızı a... sevicilere mi bırakıcaz? Gitseler ne olacak.. Her bir organının en küçük hücresi bozulmuş devletin kurtuluşu mümkün mü? </div><div><i>ASA, 7 Ocak 2022</i></div><div><br /><b>Poşet darbesi</b><br />
Önce poşet darbesi oldu; 25 kuruş gözümüze dev gibi gözüktü, ip file filan örmeye kalktık.<br />
Annem eski sandığını açıp fermuarlı pazar torbasını gözüme soktu;<br />
<i>eee</i> dedi<br />
<i>Her gün giyercik bir gün kıçı açık denir buna</i> dedi..<br />
<br />
Pek alıştınız bolluğa dedi, 2. Dünya savaşında genç olan bir nesildi onlar.<br />
Şeker yerine kara üzüm kullanmışlardı. Yokluk nedir? Bilmişlerdi. Bizim nesil bu hikayelerle büyüdü.<br />
<i><br /></i></div><div><i>Kızım ince soy kabukları kocanı iflas ettirirsin sen</i> nidaları ile...<br />
Almanların ziyan olmasın diye haşlanmış patates yedikleri uyarıları ile...<br />
<br />
Ama tabi ne yazık ki biz çocuklarımıza bu kadar etkili olamadık, hiç yokluk görmediler.<br />
Gaz kuyrukları sıkıntısını yine babalarımız halletmişti bu arada...<br />
İsrafı biz de öğrendik, siyah beyaz dünyadan renkli dünyaya... Kredi kartlarına pek kolay alıştık, alıştırdık...<br />
<br />
ee şimdi bak; adam üreticiden tüketiciye diye beyaz torbalar bastırmış. Enflasyonla top yekün mücadele yazıyor ayrıca...<br />
Meydana yine getirmiş arabayı. Haydar efendi her kata uğruyor.</div><div><br />
<i>ister misiniz siz de ? alıyım mı size de</i> diye... Yakaladım Haydar efendiyi. Bakıyım şu torbalara dedim. Kıpkırmızi domatesler, ufak taze patatesler ve normal ebatta soğanlar... Soğanı elledim, kuru. Bence bu soğanlar depoda bekletilenlerden... Bir tiyatro piyesindeyiz... Ülkemizin değerini bilmedik ve bir siyasetçi çıkartamadık içimizden...<br />
Bu molozlara mahkum olduk.<br />
<i>ASA, 13 Şubat 2019</i><br />
<br />
<b>Bankamatik </b><br />
Bugün bankamatiğe para yatırmak üzere yaklaştım, stresliyim...<br />
Yanlış yapmıyım diye tetikteyim; işleme başladım, arkamda sesler.<br />
<br />
Deliricem, kadınlar vır vır da vır vır... Hafta sonundaki menüyü anlatıyor, levrek yanında karides, annesi şunu demiş bunu demiş...<br />
Ben iban nosunu yazmakla meşgulüm, üflüyor kadın ve parayı geri alın teknik arıza dedi makina. Haydi yeni baştan; hala konuşuyor ve ben ter içindeyim...En sonunda, noldu teyze yapamadın mı? demez mi! Bir hışım döndüm ki 35 yaşlarında, teyze değil a.b.l.a bir kere diye tısladım. Kadın şaşaladı, ne? ne dediniz? teyze, ay pardon abla...filan kekelemeye başladı.</div><div><br />
<i>O kadar car car konuştunuz ki makine bile sapıttı, alın sizin olsun</i> diye söylenip yürüdüm, diyeceğim şu, görgü nezaket adap...<br />
<br />
Ne dersen artık, hepsi yok olmuş... Ulen ben senin nerden teyzen oluyorum hanım? diye bir laf var. Erkeklere dayı, amca, hacı, dede...Hiçte öyle teyze liği kabul edemicem doğrusu.<br />
<i>ASA, 5 Şubat 2019</i><br />
<br />
<b>Hayat bu; zaman gelir her şey bir anda son bulur.</b><br />
Hayat bu....diye devam eden Seneca doğru demiş. Şu sıra ani ölümler kol geziyor.. her ölüm erkendir.. her ömür kısadır aslında.. Hulusi (eşi) 98 yaşında kaybettiğinde tüh demişti; annem 100 yaşını göremedi.<br />
Geçen hafta teyze oğlu göç etti amansız bir mücadeleden sonra, bildiğimiz hatta süre bile biçilen bir durumdu yinede konduramadık, kahrolduk. Dün akşam dostlarla önceden verilmiş sözümüzü yerine getirdik eve geldik, bir mesaj; yanlış görüyorum heralde dedim, olamaz, nasıl yani? daha birkaç gün önce resimlerini gördüğüm arkadaşımın eşi. Pıt, bir anda, gitmiş. Belki de yarın ne yemek yapsam? diye konuşuyorlardı. Belki de güzeller güzeli torununa ders gösteriyordu, kim bilir? Bir göz açıp kapama mesafesinde bu iş. Ne boş ... Hırslarımız dargınlıklarımız sevinçlerimiz, şu an mutluysak ne ala... Öncekileri sonrakileri sal gitsin...<br />
<i>ASA, 16 Ocak 2019, 08:03</i><br />
<i><br /></i>
<b>Yılbaşı Sofraları...</b><br />
4 kişilik bir aileydik ama yılbaşı soframız pek kalabalık olurdu. Sonra 5 olduk, daha sonra birer birer azaldık. Saadet teyzem, Hetetim... Her yılbaşı; ahhh derdi bu sefer ağır ağır yicem o kadar uğraşıyoruz, hop diye bitiyor, ama hiç beceremezdi.<br />
Babam mutlaka Cihangir' in kalantor mezecisi Raci' den peynirlerini, şarküterisini alır, içki stoklarını kontrol eder ve mutlaka Karakedi plakçısından <b>Darvaş ve Çiganlar</b> Albümünü alarak ortama ayak uydururdu. 5 kişi olunca sofra devir teslimi oldu ve 1990 da ilk yılbaşı soframı kurdum: babam evime geldi, elinde stoklarından çıkarttığı bir şişe ve bir başka sarılmış şişeyle. Hulusi'yi (eşi) çekti kenara, bak dedi bu şişeyi sakla büfenin şu tarafına koy, arada Raciye git paran oldukça, sevdiğiniz içkilerden al sakla, stokla... Ah babam, o yılbaşı ondan tam not aldım, fazla şey yapmış demiş anneme, ama becermiş demiş. Sonraki yılbaşına yetişemedi, ama yılbaşı sofraları oldu, çok artmalar çok çok eksilmeler oldu, bu sene de bir eksildik, babane dedesiz çıkıcak bize. Şimdi, Gürses (damat) acaba Gülen (kızı) falan beraber kutlayabilir miyiz? diye fikrimi sormuş. Ahhh dedim Gürses, kuralları bozmayalım bir sürü yılbaşılar yaşarız kısmetse. Yani çocuklar büyüyor, eksiliyoruz o nedenle çoğalma zamanı yaklaşıyor... Nice Yılbaşı Sofraları Hazırlamak Kısmet Etsin.<br />
<i>ASA, 30 Aralık 2013, Taksim</i><br />
<br />
<b>Dün akşam bir partiye gittik..</b><br />
Savaş apt yılbaşı partisi, 3 noya, annem bile gitti;<br />
Yeni kiracılara anlatıyor, ben buraya gelin geldim 1955. 1950 de kayın valdem almış, babaannem elinde çantası efeler gibi 2 çocuğu ile Adapazarı' ndan gelir, bir köşk satılıyor. Rivayete göre bir adam bu köşkü yaptırır, 4 katlı, dayar döşer. Hanımı da pek güzeldir, adam seyahate gider dönüşte yatakta bir başkası vardır! Şapkasını takar başına ve gider kaybolur, hanım da artık ne hale düşer bilinmez ve Savaş apt nin hikayesi başlar.<br />
1 numarada Miss Kopinçer, bir sahne; siyah kadife ufak bir şapka, bukleli saçlar kısa, kırmızı bordomsu bir uzun kadife pardesü, ya da sabahlık ya da uzun ev elbisesi. Sonrasında bir sürü kiracı en sonda babaanneler ve şimdi tatlı Deniz hocamız.<br />
2 noda Prof. Nüsret Kürkçüoğlu, seneler senesi. Sonra ben, şimdi bir dizi oyuncusu ve kabare şarkıcısı Melike.<br />
3 no, Mösyö Mahak, Madam Mahak...Beyaz Rus..Volga nehrinin buzları üstünde dans etmiş bir asilzade. İlginçtir başında gümüş gri şifon bir türbanı vardı ve ressamdı, şimdi şeker aile, partiyi düzenleyen...<br />
4 no Madam Klamantin; gizemli aile, Suriye mi Filistin mi, israil mi? karışık. Islıkla haberleşirlerdi, sonra ben..<br />
5 no Mösyö Foyce, İtalyan bir aile; Banco di Roma' nın müdürü, anneleri de vardı, yaşlı... Balkonda bir çam ağacı bulunurdu, tuttururdum öksürük şurubumu o çam ağacının altında içicem diye... sonra 6 ve 7 nolar ailenin... ne güzel bir mozaikmiş esasında, Türkiyem gibi...<br />
insanlar gider evler kalır, birkaç eşya kalır, hatırlayabildiğin bir de birkaç anı....<br />
<br />
<i>ASA, 28 Aralık 2018, 10:18</i><br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhTTPM5lUnxjPI5xrqGqirWb5R10ZgjbaTWzcWkRJby6DboxND35DkpjBoyyut6WbOmts39FTYJCQ1cyJGV3ZVovlMyvz4tAbDUxLF2G046oNxP_LNKrAUf1F8Hb8brtyvz36kbq7GDpN8/s1600/886709_434984519919634_1531216229_o.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1125" data-original-width="1500" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhTTPM5lUnxjPI5xrqGqirWb5R10ZgjbaTWzcWkRJby6DboxND35DkpjBoyyut6WbOmts39FTYJCQ1cyJGV3ZVovlMyvz4tAbDUxLF2G046oNxP_LNKrAUf1F8Hb8brtyvz36kbq7GDpN8/s1600/886709_434984519919634_1531216229_o.jpg" /></a></div>
<br />
<b>Musluktan akan Su</b><br />
Sabahın köründe uyanıp bir haber okudum; kadının teki musluğu açmış burnunu temizlemiş, sonra burnunda bir yara çıkmış, dr.a gitmiş.<br />
Antibiyotik tedavisi filan durum kötüye gitmiş, kadının hareketleri bozulmuş, beyin ameliyatı demişler... Beyni açılınca dr.lar şok; kadının beyninin yarısı pelte gibi, amipler tarafından sarılmış ve yenmiş...ve kadın ölmüş, musluktan akan suyla burnunu temizlediği için.<br />
<br />
Bunu Hulusi' ye anlattım, dinledi ve büyük bir gürültüyle muslukta burnunu temizledi. Ardından televizyonda hayalet avcılarını açtı. Orda da musluktan pembe bir sıvı aktı ve bebeği yedi...<br />
Bugün ben musluğu elleyemiyeceğım sanırım.<br />
<br />
<i>ASA, 12 Aralık 2018</i><br />
<br />
<b>Türkçe, anadilim</b><br />
Zaten sinirli uyanmıştım.<br />
Zaten şakır şakır yağmur yağıyor, nefret bir durum yani.<br />
Şemsiyemin de kenarı bir tuhaf olmuş...<br />
İstiklalin başında yine bir dükkan peydahlanmış; adı by fox çanta, mış meğerse. Önüne sereserpe şemsiyeler, aa dedim rengi de pek güzel, kaç para? diye sordum yanında duran salağa.<br />
Tiventi lira dedi! Noluyo diye baktım salağa, salak oğlu salağa...<br />
Ne bu? Ben Türküm, Türkçe konuş dedim.<br />
Şaşaladı... Abla Türkce bittiii, bitti, demez mi ? İyice köpürdüm, Türkçe konuşulmayan dükkandan ben de almam, dedim. Sanki umurundaydı onun da....<br />
Neyse söylenmem ve hırsım yatışmadan Demirören'e daldım, çanta ve şemsiyemi o aletin deliğinden soktum, kendim geçerken makina bipledi. Güvenlik görevlisine noluyo? diye bakış fırlatmamla okey okey sesi ile karşılaşmam bir oldu. Ve çıldırmıştım, nerdeyse zıplayacaktım görevlinin üstüne...<br />
Ne okeyi dedim, ne okeyi, Türkçe konuş, Türkçeee diye bağırdım.<br />
Arkamdaki bey sakin olun hanımefendi, yapacak bir şey yok ne yazık ki, dedi. Bende nihayet düzgün bir Türkçe duymanın mutluluğu ile uzaklaştım...<br />
Tepkimizi belirtmeliyiz bence bunlara..<br />
<br />
<i>ASA, 19 Kasım 2018</i><br />
<br />
<b>Nedense... Kafam hafiften dumanlanınca.</b><br />
O muhteşem yaz sofraları takılıyor aklıma. Çok özlüyorum çok, çok gençmisiz işte, çocuklar da çok küçükmüş elimizdelermiş henüz.<br />
Teyzemin evine geçmişiz, karınca kararınca yaptırmışız...<br />
Eski misafir ağırlanmayan çocuksuz ev olmaktan kurtulmuş, yaşayan ev olmuş, cumartesi günleri komün ev olmuş. Eline bişey alan soluğu orada almış. Ahh eski çocukluk arkadaşım...<br />
Çok özlüyorum çok, gözüm doluyor, midye dolma yapışımızı kabak kızartmalarımızı çok özlüyorum. Rakı şişelerinin boşalmasını, sabah güneşinin doğuşunu, sofrayı beraber toplayışımızı,<br />
Hulusi'nin uyumasını uyanıp Hala mı devam ediyorsunuz? deyişini...<br />
<br />
<i>ASA, 1 Şubat 2014</i><br />
<br />
<b>Mercan balığı</b>nın getirdikleri<br />
Balık pazarındaki balıkçım,<br />
<i>Vaaayyy ablam gelmiş sana bişey vericem bugün, sen hiç mercan yedin mi?</i><br />
diye seslendi. Baktım tezgahta mercan balıkları. Amanın o ne güzel renkler veeee Kumburgaz'ın maviliklerine gittim hemen oracıkta, yıl... çocukluğum....<br />
yan taraf Marin' in havuzunun olduğu kısım boş, çamaşır asıyoruz oraya, bekçi ev kümes o tarafta ve ayva ağaçları. annemin vişnesi...<br />
Cumartesi günü babam inmezdi İstanbul'a....ama yine erken kalkar, çay bardağı ile acı kahvesini içerdi ve bir motor sesi duyardım yattığım yerden; Topal gelirdi, Topal balıkçı. Adı yok, iskelet gibi, beyaz saçlı, mavi gözlü...<br />
Hetet de mavi gözlüydü, bir gün fazla pazarlık ettiği için Topal<br />
<i>Seni gidi çakır senii</i><br />
demiş, hep bunu söylerdi Hetet...<br />
Topal elinde tepsiler ayağında lastik çizmeler gelirdi kumdan. Tepsilerde tekirler dizi dizi, tepsilerde mercanlar dizi dizi, tepsilerde dil balıkları dizi dizi...<br />
Topal sevmezdi balkonda kadınları, ondan hep çok erken saatleri seçerdi. Annem Hetet teyzem pazarlık ederdi hep; 3 kuruş inse zafer kazanmış olurlardı, babamsa sessizce alır, sağlığı konusunda iki çift laf eder, sırtını sıvazlar yolcu ederdi. Topal ne oldun acaba? çok yaşlanmışındır, ismin neydi Topal senin? niye topal olmuştun?<br />
Şimdi balıkçı Cemil,<br />
sana anlatsam Topalı<br />
dedim sustum. Cemil konuşup duruyodu kendi kendine,<br />
<i>Balık yok ablam yok.....</i><br />
<i>Kim alır 150 ye kalkanı?</i><br />
<i>Hamsi bile 15 lira </i><br />
<i>Aciip bişey bu ablaa...</i><br />
<i><br /></i>
<i>ASA, 1 Şubat 2014</i><br />
<i><br /></i>
<b>Yelkenli</b>si beyaz kırmızı...Yaşı belli olmayan, çocukluğum gençliğimde bir kaptan...<br />
Kumburgaz camisinin yanından kalkıp Almanya otobüsüne binen, gençliğini sömürten, tek sermayesi o yelkenli olan adam...<br />
Marinin iskelesine ya da bizim önümüze yanaştırırdı, ağustos sonu eylül başı, bakar, ıslık çalar, arada konuşur. Bir bindiremedim seni şu yelkenliye derdi.<br />
Bohçacı kadından aldığım rahibe işi dantelleri görünce; oyyyy şimdi sen bunları örteceğin masa da istersin diye söylenmişti...<br />
En son herhalde 10 yıl önce gördüm, Gülen' le kumda yürürken yine bizim önümüzde...Küçük ASA bu dedi Gülen'e...<br />
<i>Yelkenliyi kırdım parçaladım ömrümü yemişti, zaten de gezdirecek kimsede yoktu</i> dedi ve gitti... Yok, belki öldü belki çok yaşlandı. Belki de anlattığı genç şekerci kızla...<br />
Yelkenliiiii neleri hatırlattın bana bir eylül günü...<br />
<br />
<i><br /></i></div>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-73440265325714403322019-01-25T12:16:00.001-08:002019-11-12T00:36:58.650-08:00Abimin ardından..<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjzICjmayaFX3IjooXpAzWgUv58Y0j0OXrp7jSjldOD9owP_4Udvp6RnsQXH6JYjn2R1qPmss7Q2I5aattVo-D56ApPk-S9ADHbL4vcjf3tz2eB7SToiaESg3-UVQR-ojoAHxzn14nNCVE/s1600/DQovDZpX4AErl3M.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="576" data-original-width="1024" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjzICjmayaFX3IjooXpAzWgUv58Y0j0OXrp7jSjldOD9owP_4Udvp6RnsQXH6JYjn2R1qPmss7Q2I5aattVo-D56ApPk-S9ADHbL4vcjf3tz2eB7SToiaESg3-UVQR-ojoAHxzn14nNCVE/s1600/DQovDZpX4AErl3M.jpg" /></a></div>
<br />
Bu benim yazım değil, yakın bir arkadaşımın acılı sözcükleri;<br />
Aramızda sadece iki buçuk yaş vardı ve biz altı çocuklu bir memur ailesinin çok şeyi paylaşan çocukları olarak büyüdük, acıyı sevgiyi, sevinci. Aslında birbirinden oldukça farklı iki kardeş olmamıza rağmen paylaşmak en çok sevdiğimiz şeydi.<br />
<br />
O ailenin medarı iftiharı efendi ciddi çocuğu, ben haylaz yüz karası. O otorite ben isyankar, o Fenerbahçe' li ben Galatasaray' lı. O gelenekleri koruyan değer veren, ben ise yeniliklere açık değişimci. O yüzden o aile mesleği olan hukukçuluğu seçti hakim oldu, ben mühendis. Boyum onun boyunu geçene kadar onun kıyafetlerinin dönüşümünü giyindim yıllarca, o yüzden o üstüne başına itina eden tertemiz giyinen, bense pasaklı ilk giydiğim gün paramparça, özensiz. Sık sık kavga ederdik benim isyanlarımdan, ama hep ona özendim aynı ilkokula gittik, O İEL lisesini kazandı ben de onun peşinden İEL' ye gittim, ikimiz de yatılı okuduk. O liseyi Klodfarer kahvesinde okudu bense bizi ziyarete gelen babama ilk yalanlarımı bahane üretmek onu korumak üzere söyledim. O da benim lisede büyüklerden dayak yememi engelledi. Büyüdükçe o olgunlaştı ben çocuklaştım. O daha doğru seçimler yaptı. Üniversitede tanıştığı eşi İpek belki de hayatındaki ilk kız arkadaşıydı ve onunla evlendi. Ömür boyu ona büyük bir aşk ve sadakat ile bağlı kaldı, ben de onun bu doğru seçiminin peşinden gittim ve eşinin kardeşiyle evlendim. İki kardeş olmanın dışında iki bacanak da olmuştuk.<br />
<br />
İki çocuğu oldu benim de iki çocuğum oldu. Çocuklarımız okulda sorulan teyze'nin eşine ne denir sorularını <b>Amca</b> diye cevaplamanın dışında başka hata yapmadan başarıyla okullarını bitirdiler. Onun çocukları evlendi, benimkiler bekar. O torun sahibi oldu, ben olamadım henüz.<br />
Üniversite bitene kadar aynı odayı zaman zaman da aynı yatağı paylaşmıştık, sonra o seçtiği meslek hakimlik yüzünden evden uzaklaştı. Hayatının önemli bir kısmını Anadolunun muhtelif şehirlerinde geçirdi. Mardin, Tunceli, Denizli, Edremit. Babamın vefatından sonra İstanbul'a atandı adliyelerin fetöleşmeye başladığı dönemde erken emekli olarak çok ama çok sevdiği mesleğini bıraktı, oysa Hakim olmak için çok çalışmış çok mücadele vermişti. Çok sevdiği gece gündüz, cumartesi pazar evde bile dava dosyaları okuyarak itina ile kararlar verdiği meslek aşkı emekli olmak zorunda kaldıktan sonra sağlığını ciddi etkiledi, adliye camiasında olanları gördükçe içi içini yiyor hukuksuzluklara isyan ediyordu. Bütün bu olumsuzluklar onu en aktif olacağı dönemde bu uğursuz günlere getirdi.<br />
<br />
O gitti, benim de bir yanım gitti, ciğerim söküldü, nefesim gitti.<br />
İçimde ne varsa insanlıktan yana, adaletten yana, önce babadan sonra ondan miras kaldı.<br />
Seni çok özleyeceğim canım ağabeyim. Işıklar içinde uyu.<br />
<i><br /></i>
<i>19 Ocak 2019 20:12 MFT</i>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-87933704776805373482019-01-13T23:54:00.003-08:002020-05-31T13:37:33.173-07:00Rumlar ve Türkler<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhKWr_iMY0ufpyvZMmIXzlOIyaq9opXmTalOGqqHdqVryMwe1xHbf-E1iasp4L3Zv8op_elntHfIFeM_gAtIE-kK2_gNwWNkZK260Sv8-hmF4vuBg7xCoeJDxEl29FqMTOt7LVduc71t_Y/s1600/dunyan%25C4%25B1n-en-guzel-kad%25C4%25B1n%25C4%25B1-oydu-sa%25C3%25A7lar%25C4%25B1n%25C4%25B1-tarasa-bastan-basa-Rumeli-w.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="500" data-original-width="890" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhKWr_iMY0ufpyvZMmIXzlOIyaq9opXmTalOGqqHdqVryMwe1xHbf-E1iasp4L3Zv8op_elntHfIFeM_gAtIE-kK2_gNwWNkZK260Sv8-hmF4vuBg7xCoeJDxEl29FqMTOt7LVduc71t_Y/s1600/dunyan%25C4%25B1n-en-guzel-kad%25C4%25B1n%25C4%25B1-oydu-sa%25C3%25A7lar%25C4%25B1n%25C4%25B1-tarasa-bastan-basa-Rumeli-w.jpg" /></a></div>
<br />
Wisconson da yaşayan Yugoslav göçmeni bir ailenin oğlu ve lisede eğitimini sürdüren Türk asıllı Emre'nin görüşlerinin verdiği ilham üzerine kaleme almaya başladım. Anlaşılan bu genç bizim gibi Tarih meraklısı... Diğer taraftan genç beyinlerin üretimi ilgi alanıma giriyor diyelim.<br />
<br />
Şöyle bir ortam hayal edelim; Kıbrıs sorunu, Makedonya sorunu ve Ege kıta sahanlığı, Batı Trakya, Kosova-Sırbistan, Ege adaları, Konstantinapolis, Yunan ekonomisi gibi sorunların olmadığını düşünelim. Bu nasıl olası olabilir? Bir konfederasyonla gerçekleşebilir şeklinde yanıtlayabilirim. Türkiye, Yunanistan, Makedonya ve Kosova...Hakim güçlerin istemeyeceğini biliyorum. Öncelikle bunun bir ekonomik zorunluluk olduğunu görmekte fayda var yani ölçek perspektifi diyorum:<br />
<br />
Muhtelif büyüklükler (CIA 2017)<br />
<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="0" style="width: 700px;"><colgroup> <col span="3" width="350"></col></colgroup>
<tbody>
<tr>
<td height="17" width="20"><b>Ülke</b></td>
<td style="text-align: center;" width="50"><b>Yunanistan</b></td>
<td style="text-align: center;" width="250"><em><strong>Makedonya</strong></em></td>
<td style="text-align: center;" width="250"><em><strong>Türkiye</strong></em></td>
<td style="text-align: center;" width="250"><em><strong>Kosova</strong></em></td>
<td style="text-align: center;" width="250"><em><strong>Kıbrıs</strong></em></td>
<td style="text-align: center;" width="250"><em><strong>Toplam</strong></em></td>
</tr>
<tr>
<td height="17">Alan km2</td>
<td style="text-align: center;">131,957</td>
<td style="text-align: center;"><em>25,713</em></td>
<td style="text-align: center;">783,562</td>
<td style="text-align: center;"><em>10,887</em></td>
<td style="text-align: center;">9,251</td>
<td style="text-align: center;"><em><b>961,370</b></em></td>
</tr>
<tr>
<td height="17">Nüfus</td>
<td style="text-align: center;">10,762</td>
<td style="text-align: center;"><em>2,119</em></td>
<td style="text-align: center;">81,257</td>
<td style="text-align: center;"><em>1,908</em></td>
<td style="text-align: center;">1,237</td>
<td style="text-align: center;"><em><b>97,283</b></em></td>
</tr>
<tr>
<td height="17">GSMH ppp</td>
<td style="text-align: center;">299,3</td>
<td style="text-align: center;"><em>31,03</em></td>
<td style="text-align: center;">2.186,0</td>
<td style="text-align: center;"><em>19,6</em></td>
<td style="text-align: center;">31,78</td>
<td style="text-align: center;"><em><b>2.568,0</b></em></td>
</tr>
<tr>
<td height="17">GSMH, mi$</td>
<td style="text-align: center;">200,7</td>
<td style="text-align: center;"><em>11,37</em></td>
<td style="text-align: center;">851,5</td>
<td style="text-align: center;"><em>7,09</em></td>
<td style="text-align: center;">21,7</td>
<td style="text-align: center;"><em><b>1.092,4</b></em></td>
</tr>
<tr>
<td height="17"><br /></td><td style="text-align: center;"></td>
<td style="text-align: center;"><br /></td>
</tr>
</tbody>
</table>
ABD, AB, Çin ve Hindistan gibi ulusal olmaktan ziyade çoklu etnisite ve din özelliği taşıyan devlet ya birlikler ölçek konusunda önemli bir avantajı kullanıyorlar. Açıkçası refahı ve yaşam kalitesini arttırmanın yolu buradan geçiyor. Kültürün ortak özelliklerinin oldukça yoğun olduğu bölgenin daha organize olabileceği yeni konumlandırmayı önemsiyorum.<br />
<br />
Bakalım genç arkadaşımız neler paylaşıyor bizlerle? DNA testimi yaptırdıktan sonra mevcut kimliğimi değiştirmeyeceğimi tekrar düşündüm. Emre kardeşimde kimliğini DNA ya göre değiştirmeyeceğini söylüyor. İşin DNA tarafı çok önemli değil bence. Daha çok hümanizma tarafındayım, Makedon, Helen, Türk ya da Rum olmanın peşinde koşmak doğru olmaz. Neticede insanız, kardeşiz yani...<br />
<br />
Yani… Önce bir Türk tanımlayalım. Türk nedir? Orijinal Türkler, 1000 yıl boyunca Anadolu’ya gelen göçebe Türkmen kabileleriydi. Nüfusu, yerlileri ezecek kadar çok değildi ve yerel halk üzerinde aktif bir soykırım yapmıyorlardı. Türkler durumu sistemi yavaş yavaş devraldıkça, yerlileri özümsemişler, dil ve geleneklerini benimsemişlerdir. Bu, Yunan ve Türklerin dinle eş anlamlı görüldüğü zamanlardı. Eğer bir Müslümansanız, Türk olarak kabul edilirdiniz, Ortodoks olanlarsa, Rum (Yunanca). İnsanlar bir kimlik işareti olarak dinlerine akın etmeye başladı.<br />
<br />
Önemli olan birinin kendini düşündüğü şey. Sanırım hem Rumlar hem de Türkler eşit derecede anlayabiliyorlar :)<br />
<br />
Varsayımsal olarak konuşursak, eğer bir Türkleşmiş Yunanlıysam, tartışmalar için diyelim ki, bu ne anlama geliyor? Hiçbir şey değil. Yunan kültürünü çok seviyorum ama DNA testi yaptırıp Yunanlarla ilgili olduğumu öğrenirsem kendimi Yunan olarak kabul etmeyeceğimi söylediğim için üzgünüm. Yunanca hem etnik köken hem de dini bir kültürdür. Türkçe' ye benzer bu anlamda. Yunanlılar Ortodoks. Yunanlılarla kültürel ve dini açıdan konuşacak hiçbir şeyim yok… Bir DNA testi yaptırırsam, Yunan olduğumu bulmak güzel olurdu. (Yazarın notu- myheritage.com un database ne göre Türkiye ve Sırbistan nüfusunun % 20 si Bulgaristan' ın % 62 si Yunanistanlı)<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgiOeqxMtpG0cBKcg4j46wkhtKrKTVckj8Sa4mmBWbzHq-dmB24cFjKKVMahO6_tItXvQeY37SzV9EUSWToqZpA6R4LTu6YeCzQnRWqZ3g9JBNA0qAP36l7kVhnNa6EEPI2HYnIZp0CrL0/s1600/rumlar-1910-74cc7c.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="429" data-original-width="800" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgiOeqxMtpG0cBKcg4j46wkhtKrKTVckj8Sa4mmBWbzHq-dmB24cFjKKVMahO6_tItXvQeY37SzV9EUSWToqZpA6R4LTu6YeCzQnRWqZ3g9JBNA0qAP36l7kVhnNa6EEPI2HYnIZp0CrL0/s1600/rumlar-1910-74cc7c.jpg" /></a></div>
<br />
1910’ larda Anadolu’nun etnik yapısını görüyoruz. Dikkat ederseniz o zaman Anadolu’da bir sürü Yunan var. Meydana gelen soykırımlara girmeyeceğim, Evet, I. Dünya Savaşı sonrası Türkler ve Yunanlılar tarafından işlenen suçlar oldu, ama bu eldeki sorunun bir parçası değil. Temel olarak, bunun gösterdiği şey, Yunanlılar ve Türklerin 20. yüzyıldan önce uzun yıllar yan yana yaşadıklarıdır. Roket bilim adamının halklarımızın muhtemelen 1000' li ve 1924 yılları arasında 900 yıl yan yana yaşayan bir zaman geçirdikleri sonucuna varması gerekmiyor. Orijinal Türk kabileleri özelliği olarak Asya' lıydı, ancak günümüz Türkiye'den gelen Türkler Avrupa / Orta Doğu / Asya'ya bakıyorlar. Biz bir ergime potasındayız.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhzU3_jmEz8GRpdmFMfCidUjbx4iAthO6T8p2RwEI0TmEbCbo3-WJC2izeZvT-dlsHk4Q1Q0ADGLRA78s8cxmoZsUHeoX1WObgMKuPWXQNnhw0oN4fiZmoEWw36jOQHQAnns5CkgmiJ910/s1600/rumlar-9b8be9e0.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1305" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhzU3_jmEz8GRpdmFMfCidUjbx4iAthO6T8p2RwEI0TmEbCbo3-WJC2izeZvT-dlsHk4Q1Q0ADGLRA78s8cxmoZsUHeoX1WObgMKuPWXQNnhw0oN4fiZmoEWw36jOQHQAnns5CkgmiJ910/s1600/rumlar-9b8be9e0.jpg" /></a></div>
<br />
Bu başka bir resim. Yunanlılar sarı, Türkler yeşil gösterilmiş. Şuna bir bakın ve ergime potası hakkında konuşalım?<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhgkS1X6diG6Srb4c6LKQ_RMPhEMC1A1eKt0ESrD8DgioOszEPMMLki8M2-OIh5H7RBlOaQlHKXlLHkrYkRNKs4ZOIrxT7ysXxjLH7hQE45CoAQsm9zkTy_c7fUgdHO65bKLcFSLqms1WM/s1600/rumlar-giritm%25C3%25BCsluman-065e56.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1157" data-original-width="750" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhgkS1X6diG6Srb4c6LKQ_RMPhEMC1A1eKt0ESrD8DgioOszEPMMLki8M2-OIh5H7RBlOaQlHKXlLHkrYkRNKs4ZOIrxT7ysXxjLH7hQE45CoAQsm9zkTy_c7fUgdHO65bKLcFSLqms1WM/s1600/rumlar-giritm%25C3%25BCsluman-065e56.jpg" /></a></div>
<br />
O zaman Girit Türkleri var ki bunlar başlangıçta Girit' in Helenik Krallığın kontrolü altına girmesinden kısa bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu' na göç eden büyük bir Yunanca konuşan Müslüman azınlıktı. Daha önce göç eden Giritlilerle birlikte, Yunanca konuşulan diğer birçok Müslüman topluluk, Greko-Türk Savaşı' ndan sonra (1924 mübadelesi) yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetine sürüldü.<br />
<br />
Bugün Ege kıyılarındaki çeşitli yerleşim yerlerinde yaşlı Grekofon Girit Müslümanları hala Girit Rumcası konuşmaktadır. Girit Grekofon Müslümanların genç nesiller arasında bir kısmı Yunanca bilmektedir. Genellikle Müslüman Girit topluluğunun üyeleri, konuştukları dilin Yunanca olduğundan habersiz.<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGj_c-V34kuLQnBskRZrTPttyqCcYF4LmYXh3ujlgiso5_3Mj2MF9H5Vx07xRxXgTapoHueEgS4K8XHbe3PLMbUqlnu3wXImgSB6a7mDqbxg5QgEb0EEJwoY6wSrpqZHDWICfNoaIX0V8/s1600/rumlar-karaman-43b53.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="683" data-original-width="1024" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGj_c-V34kuLQnBskRZrTPttyqCcYF4LmYXh3ujlgiso5_3Mj2MF9H5Vx07xRxXgTapoHueEgS4K8XHbe3PLMbUqlnu3wXImgSB6a7mDqbxg5QgEb0EEJwoY6wSrpqZHDWICfNoaIX0V8/s1600/rumlar-karaman-43b53.jpg" /></a></div>
<br />
Karamanlı Türkçesinde, eski Rum Ortodoks kilisesi Agia Eleni kilisesinin Konya yakınlarındaki Sille'deki girişinde bir yazıt.<br />
<br />
Kapak tarafında, Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanları olan Karamanlılar vardı! Bu insanlar, Pontik ve Ege Yunanlarıyla birlikte, Yunan-Türk Savaşı' ndan sonra Yunanistan'a sürgün edildi. Türkleşmiş Yunanlılar olabilirdi, ama ne olursa olsun, Türkçe konuşuyorlar. Bu sadece halklarımızın fena halde karışmış olduğunu gösterir.<br />
<br />
Sorunuzu cevaplamak için, Türkler Türkleşmiş Yunanlılar mı? Bazılarımız öyle! Ama tahmin et ne oldu? Bazı Yunanlılar da Hellenleşmiş Türklerdir!<br />
<br />
Ayrıca, bu yazıyı bitirmeden önce, bugünlerde hala Türkiye'de Yunanlılar ve Yunanistan'da Türkler olduğunu söylemek isterim. Bununla birlikte, zamanla, bu halklar büyük ölçüde kendi ülkelerine asimile edilmiştir. Yani, onlara isimlerini sormazsan hangisinin hangisi olduğunu bilemezsin.<br />
<br />
Ve nihayet, uydudan Yunanistan ve Türkiye ye bakarsanız, eğer yakından bakarsanız sınır yoktur… Sınırlar insan yapımıdır. Beni bir hümanist olarak düşünün… ama açıkçası, hepimiz kültürel bağlarımızdan kopup, insanlığın iyileştirilmesi için bir araya gelebilseydik istiyorum. Hepimiz tek bir gezegende yaşıyoruz, birlikte paylaşalım ve içinde yaşadığımız engin evrende durumumuzdan en iyisini yapalım. Savaşa gerek yok ve sinirlenmeye gerek yok.<br />
<br />
Bu da, <b><i>Öfkeyle tutuşmak, zehir içmek ve diğer kişinin ölmesini beklemek gibi</i></b> derken en iyisini söyledi.<br />
<br />
Atalarının geçmiş suçları ya da savaşları için birine ya da insanlara kızmak ne kadar karanlık gözükse de, tarihi değiştirmez. Yaşamak, Yunan olmaktan gurur duymak ve Türk olmaktan gurur duymak. Her iki halk da benzersiz, özel ve halklarını seven ülkeler var. Barış ve harika bir 21. Yüzyıl için umut!<br />
<br />
<i>Emre Driton Yavuzoğlu' dan alıntı içerir.</i><br />
<br />
<br />Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-79694443176520281672018-11-19T06:02:00.002-08:002018-11-19T06:13:43.238-08:00Bu Dönemi Yazacaklar<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhgPFe4T9H8JyqBItnck_jS8UrS5lqPe8e2aQfolFaeO1L6gmsk_tkhILKvz7Vx2tu3WLHM-5aql7aSnBOQBkYRaawcR54_rSCoUIzZvrqBpynOT38EtSYOUijJZaZ2Ruji0UAy6i9DJBo/s1600/babyinred.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="230" data-original-width="620" height="236" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhgPFe4T9H8JyqBItnck_jS8UrS5lqPe8e2aQfolFaeO1L6gmsk_tkhILKvz7Vx2tu3WLHM-5aql7aSnBOQBkYRaawcR54_rSCoUIzZvrqBpynOT38EtSYOUijJZaZ2Ruji0UAy6i9DJBo/s640/babyinred.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Türkiye enteresan zamanlar yaşıyor. Bu geçecek ve yeni insanlar gelecektir! Muhakkak gelecek nesil ve zamanlar bugün yapılanların etkilerini taşıyacaktır. Elbette bugünlerin tarihini yazmak üzere tekrar tekrar incelenecek ve araştırılacak, bütün belge, bilgi ve tanık anlatımları ile bu dönem gözden geçirilecektir.<br />
<br />
Hukuk dışı uygulamalar, parti ve cemaat yargısı ve bunların verdiği mahkumiyet kararları en başta gelecek sanırım! Balyoz, Ergenekon, Casusluk başta olmak üzere planlanan kumpas davaları ile insanların nasıl perişan edildiği anlatılacaktır.<br />
<br />
Fetö terör örgütünün Türk devleti ve Ordusunun içinde nasıl örgütlendiği ve siyasetin bunu ne şekilde desteklediği yazılacaktır... Dolayısıyla <b>emperyalist güçlerle</b> işbirlik içinde çalışanlar ortaya çıkacaktır.<br />
<br />
Demokrasinin güvenlik vanası olarak görülen medyanın nasıl bu özelliğini kaybederek dünyanın en fazla yalan ve yanlış haber üreten <b>medya topluluğu</b> durumuna geldiği ayrıntıları ile incelenecektir.<br />
<br />
Uygulanan ekonomik politikalarla halkın <b>borçlandırıldığı, yoksullaştırıldığı ve işsiz bırakıldığı</b> anlatılacaktır. Ülkemizin eşsiz topraklarında <b>tarım ve hayvancılığın</b> bitirilme macerası açıkça yazılacaktır...<br />
<br />
Cumhuriyet döneminde ortaya çıkarılan dev kuruluşların <b>özelleştirme</b> başlığı arkasına gizleyerek nasıl üç kuruşa elden çıkarıldığı da yazılacaktır. Güzel şehirlerimizin nasıl <b>beton cehennemi</b>ne dönüştüğü tüm açıklığı ile anlaşılacaktır.<br />
<br />
Göçlerle demografik yapının değiştiği ve ülke sahiplerinin elinden nasıl alındığı yazılacaktır! Siyasetin aynı odakların kontrolünde bataklığa <b>iktidar ve muhalefetle birlikte</b> sokulduğu anlatılacaktır.<br />
<br />
Toprakların yabancılara kolayca satıldığı, madenlerin <b>küresel güç</b>lere kaptırıldığı anlatılacaktır! Ege'deki adaların işgaline nasıl sessiz kalındığı yazılacaktır.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhx_kpmNc83-OiF60ifQ-rvMlzNwKGvfvgT8znRjgiT7hwrGFsx1j2SqIvHUeHDBD4hyphenhyphen6FDbSlizcpwZRLluldB-813pSuXLvXNaLnNK7KkaGrgxF54Ixkwq5auZNyvs8vb20zEhT02cdA/s1600/kutuphane.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="230" data-original-width="620" height="236" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhx_kpmNc83-OiF60ifQ-rvMlzNwKGvfvgT8znRjgiT7hwrGFsx1j2SqIvHUeHDBD4hyphenhyphen6FDbSlizcpwZRLluldB-813pSuXLvXNaLnNK7KkaGrgxF54Ixkwq5auZNyvs8vb20zEhT02cdA/s640/kutuphane.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Tarih bugünleri mutlaka yazacaktır. Ama nasıl? Dileğim yukarıdaki paylaştığımız gerçekler yönünde yazılsın.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-16433761850614972282018-09-20T07:07:00.002-07:002018-09-20T07:08:26.880-07:00Goralı<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg9bH5STnvRDAMYtIR-gr5n-EgVsHRhVXr0CHbIwbqcd0ZoDWohJodIYxHEaN1_S92dSxt6Ud9sufAnUCVO7sDHiH2rDknGLynFLXxQmOxnNJ5QRRcnh2nYTbJb3KkedJnu9snUgn8qLXg/s1600/gorali-1972.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="425" data-original-width="755" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg9bH5STnvRDAMYtIR-gr5n-EgVsHRhVXr0CHbIwbqcd0ZoDWohJodIYxHEaN1_S92dSxt6Ud9sufAnUCVO7sDHiH2rDknGLynFLXxQmOxnNJ5QRRcnh2nYTbJb3KkedJnu9snUgn8qLXg/s640/gorali-1972.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b>Goralı’yı İcat Eden Ailenin Hikayesi</b><br />
Kosova’dan Ankara'ya göç ederek gelen Goralı ailesi, öncelikle burada ufak bir dükkan açar. Tarihler 1945’i gösterirken dükkanları, sattıkları porsiyon sosisleriyle Ankaralıların sık sık uğradıkları bir lezzet noktası haline gelir. O tarihte porsiyon sosis kullanılmasının nedeni ekmeğin karne ile verilmesinden ileri gelir.<br />
Takvimler 1950’ye geldiğinde tabakta satılan porsiyon sosis, sandviç ekmeklerinin içine girer ve özgün bir yapı kazanır. Müşteri memnuniyetinin geldiği nokta Goralı ailesinin o günden bugüne uzanan mutfak macerasının temellerini oluşturacaktır.<br />
<a href="https://azchorba.blogspot.com/2018/09/gorali-sandvic.html" target="_blank"><i>Devamı</i></a>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-84415869297381775132018-07-08T05:26:00.000-07:002019-07-08T08:10:53.897-07:00Haticenin makinası<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEii0GPT9RS8lDFFkR_O6gLNwhZLhoAL5agnew5X58qJr9cRhtCSOeW-sdRVO07bycK2gHDxjkWDTE0PM8D5aK4vS2N-3LSpAaeI6lgUCMD0e1_LllGX_Yob1mfTIVGp5kj-XMV2Gt1yR4Q/s1600/sewing-machine.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="168" data-original-width="299" height="359" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEii0GPT9RS8lDFFkR_O6gLNwhZLhoAL5agnew5X58qJr9cRhtCSOeW-sdRVO07bycK2gHDxjkWDTE0PM8D5aK4vS2N-3LSpAaeI6lgUCMD0e1_LllGX_Yob1mfTIVGp5kj-XMV2Gt1yR4Q/s640/sewing-machine.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Babamın babannesi olan Hatice Duygu, Dolköy' lü Aloş Ağa' nın eşidir ve Kastelli sülalesine mensuptur.<br />
<br />
Selanik' de dünyaya gelen ve varlıklı bir ailenin kızı olan Hatice ninemize babası, çeyiz olarak bir dikiş makinası vermiş. Zamanın koşullarında büyük ihtimal sadece terzilerde olan bu yeni buluş onun evinde olacak, çocuklarına ve eşine esbaplar dikecektir. Mübadele zamanı öküz arabaları ile ayrılmak zorunda kaldıklarında, memleketten bir sandık ile göçmek durumunda kalır, yanına dikiş makinasını da almış mıdır? kim bilir...<br />
<br />
Torunlarına biraz dokunaklı bir hikaye anlatmış Hatice nine; savaşların kızışmaya başladığı dönemde Rumlar gelir, hayvanlarına zarar verirlermiş. Onlara da biraz bağırıp çağırarak hindileri yakalayıp tuvalette boğmuşlar bir defasında mesela.<br />
<br />
Şu dünyada bütün kötülüklerin anası cehalet, onun yaptıramayacağı zalimlik yoktur. Ve cehaletin ilmiği önce masumların boynuna geçer. Burada verilmek istenen bazı açık mesajlar var aslında; birincisi ben istersem bunu yapabilirim, ikincisi ben eğer istersem bunu sana da yapabilirim ve en önemli üçüncüsü buradan gidin artık !<br />
<br />
Ne acı, ne kadar zorlarına gitti kim bilir? O da buraya ait değil mi ki? Ne demek kovulmak?<br />
<br />
Hatice nine ye gelince; kendisinden marifeti, temizliği, otoriterliği ile söz edilmektedir. Köyde düğün dernek olduğunda hep beraber toplanılır börekler açılırmış, ama ondan çekinirlermiş, pek cesaret edemezlermiş yanında oturup kolları sıvamaya...<br />
<br />
Yemeklerinin tariflerini devlet sırrı gibi saklar, anlatmaz geçiştirir ya da eksik söylermiş...<br />
<br />
Evin köpeklerine bile ayrı ekmek pişirilirmiş mesela, herşey fazlasıyla programlı.<br />
<br />
Çok güzel peynir yaparmış, kesilen koyunun iç organları ve etleri sıyrılır, içi iyice sabunlanıp temizlenirmiş. Hatice ninem ayrı bir yerde muhafaza ettiği tam techizat malzemeleriyle koyunun içinde peynir mayalarmış, deri loru yaparmış.<br />
<br />
O zamanlar fincandı, kahveydi köyde pek bulunmazmış. Muhtar efendi misafir ağırlayacağı zaman Hatice Nineye haber verirmiş. O da kapaklı fincanlarıyla kahve pişirir, tepsiyle muhtara teslim eder, gelen misafire ikram edilirmiş. Aynı şekilde köye gelen önemli misafirler için yemek de pişirirmiş.<br />
<br />
Gala Gölü' nün balığını çok severmiş. Memlekette balıkları canlı tutardık, balları eşekle taşırdık, mısırlar bile başkaydı orada, sapsarıydı dermiş...<br />
<br />
Sarı dedim de evleri sarı tahta döşeliymiş Selanikli, Langazalı Hatice hanımların,<br />
Ruhları şad olsun.<br />
<br />
Kişilerin hikayelerine yer verdiğimiz bu mecrada okuduklarımız için yorum yapmak da çok önemli, çünkü burada onları anmak demek, aynı zamanda onları anlamaya çalışmak demek.<br />
<br />
Bu insanlar bazı hakaretlere, bazı zalimliklere sessiz kalmış maalesef. Karşılıklı olan bir durumdur tabi. Dün komşuydular, kardaştılar. Belki bir süre önce Türklerin evindeki hanım bir yemek yaptı ve Rum komşusu sever diye çocukla yolladı, belki genç kız iken birlikte ip çevirdiler, aynı çeşmeden su doldurdular, birlikte kıkırdadılar sevdikleri oğlanlara bakarken, aynı örneği çıkardılar yazmalarına...<br />
<br />
Peki ya bunu kim, neden yaptı? Boşuna başlık atılmadı mübadele belgesellerine işte; Kim ayırdı bizi? diye. Bu insanların yaşanmışlıkları, paylaşılmışlıkları, akrabalıkları var birbirine. Onlarda da belki çok dramatik hikayeler var. Ninelerinden, dedelerinden neler dinlediler kim bilir...<br />
<br />
Muhacir denildiğinde akla pek çok şey gelebilir elbet ama o kadar gözdağı alıp, geleceğe dair bir belirsizlik yaşamaları kaygılı hale getirmiş onları. Benim zihnimde beliren biraz ürkek, buruk bir insan modeli var nedense muhacirler için. Bizler Mustafa Kemal gibi cengaver bir yiğidin hemşerileriyiz aslında, ama kavga sevmeyiz, barış severiz, neşeliyiz, sempatik ve sıcak kanlı insanlarız. Velhasıl tüm bunların genetik bir aktarım olduğunu düşünüyorum. Atalarımız belki neleri var ise Yunanistan' da bırakıp geldiler ama oradaki hisleri bizlere aktarıp duygusal bir miras bıraktılar sanırım.<br />
<i><br /></i>
<i>Yenel Duygu Sürek</i>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-62507388265341269382018-03-20T05:53:00.002-07:002018-03-20T22:24:37.043-07:00Odesa' lı bir kız<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjtS0HxmMDM85bBtIQ2ko2bUKFODl0Z1iJDjqyUd5HYuNBKUR_WZ_0izwciXIyxK1ovfiO0YF6dpRIcxnHR5zVQ0_rAQqGBJ5BEe7Ycwc5ltkWuPwQEP2KaqkbFgnnlq1l618MwlorL7Sg/s1600/odesa.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="639" data-original-width="1136" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjtS0HxmMDM85bBtIQ2ko2bUKFODl0Z1iJDjqyUd5HYuNBKUR_WZ_0izwciXIyxK1ovfiO0YF6dpRIcxnHR5zVQ0_rAQqGBJ5BEe7Ycwc5ltkWuPwQEP2KaqkbFgnnlq1l618MwlorL7Sg/s640/odesa.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
İyi günler.<br />
<i>Size de </i><br />
<i><br /></i>
Ben bir bildiriciyim, Türkiye’den. Sizi tanıyabilir miyim?<br />
<i>Mariia Chernkbrovkina. Odessa doğumluyum, 24 yaşındayım, beş yıldır da Kiev’de Pazarlama Tasarımı yapan GNF-Avusturya işletmesinde çalışıyorum.</i><br />
<i><br /></i>
1,68 boyunda, beyaz tenli, açık çağla gözlü, tabak yüzlü, eğitimli, cana yakın, konuşkan, gözleriyle sorgulayan, özgüvenli bir genç kız. Ona Kiev adının nerden geldiğini sordum, bilmiyordu. Ona kenti kuran Hazarların, Türkçe olarak <b>Kıyı Ev</b> den bu adı türettiklerini anlatınca şaşırdı.<br />
<i>Gerçekten, Kiev, Dinyaper kıyısındaki evlerin toplanmasından oluşmuş bir kent.</i><br />
<i><br /></i>
Ona <b>Kırım</b> ın anlamını sordum. Bilmiyordu. Türkçe’de Kırım’ın <b>felaket</b> anlamına geldiğini bildirdim. Şaşırdı. Bu ülkenin bir dönem, Moldavya’dan, Gürcistan’a dek Hazar Türklerinin elinde olduğunu, Hazar Türkleri nasıl yınançsız-inançsız iken, Museviliği aldıklarını, Türkçe olan Runik yazıyı bırakıp, İbranice yazmaya başladıklarını, adlarını Türkçe’den nasıl Musevi adlarına çevirdiklerini anlattım.<br />
<br />
Bugün Türkiye’de de biz aynı yanlışı yapıyoruz. Türkler Anadolu’ya gelmeden önce yalnız Yaratan’a yınanan-inanan, dinsiz bir toplumdu. Sonra Araplar kılıçla Türkleri İslam yaptılar. Bununla kalmayıp, adlarımızı Mustafa, Ahmet, Salih, Mukaddes, Elif, Ayşe gibi Arap adları aldık. Türk tamgasını-alfabesini bırakıp Arapça tamgayla yazmaya, onlar gibi giyinip, onların yaşantısına uygun yaşamaya başladık. İslamın bayrakçılığını yaparak biz de kılıç zoruyla başka toplumları İslamlaştırdık. Her gittiğimiz yere camiler kondurduk. İslam adına Hıristiyanlarla savaşa tutuştuk; öldürdük, öldürüldük. Aldığımız ülkeleri vergiye bağladık, ellerindeki edinçleri, güzel kızlarını, genç oğlanlarını aldık, İstanbul’a getirdik. Arapları ordu görevi vermedik. Onlar için Türkler savaştı. Savaşlarda Türk’ün neredeyse soyu kurudu. Zorla İslam’a dönüştürdüğümüz toplumlar Haç için Mekke’ye gittiler. Onların bıraktıkları parayla Araplar zenginleşti. Araplar bize başkaldırmasın diye onlara iş değil, altın verdik. Sonunda Araplar Hıristiyanlarla birleşip bize karşı savaştılar. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. 1923’de kalan Türklerle bu kez Türkiye Cumhuriyetini kurduk. Arap tamgasını atıp, birçok ulusun kullandığı Latin tamgasını aldık. Kadınları özgürleştirdik, okuttuk, erkeğe eşitledik. Devletin dini olmaz, toplumun yınançı-inancı olur diyerek, bilimgüder-laik bir devlet kurduk. Böylece kurtulduk. <i><br />Peki Hazarlara ne oldu?</i><br />
<div>
<br /></div>
<div>
6. Yüzyılda tarih sahnesine çıkan Ruslar gelişince, Hazarları kendi ülkeleri olan Ukrayna’dan kovdular. Kimisi saklandı, kaldı, kimisi Batı Avrupa’ya, kimisi Anadolu’ya göç etti. Hazarlar takı, el işleri, esnaflık, tecim, akça-finans, çetele-hesap, yatırım işlerinde çok iyiydiler. Gittikleri, Almanya, Hollanda, Macaristan, Polonya, Romanya, Çek, Slovakya, İspanya, İngiltere gibi ülkelerde tecimi, kıskılı-ekonomiyi, bilimi yönetimleri altına aldılar. Ancak adları İbranice, yazıları da İbranice olunca öz kimlikleri olan Türklükten uzaklaştılar. Yabancılar onlara Yahudi diye adlandırdı. Oysa onlar Arami soyundan değil Turan soyundandı. Bu dil ile din değiştirme onlara pahalıya çıktı. Hitler, tüm Avrupa’daki Hazarları, Yahudi diye fırınladı. İçlerindeki bilimcilerin bir kısmı Atatürk’çe Türkiye’ye alınırken, diğerleri Amerika’ya sığındı.<br />
<div>
<i>Demek ki dil ile din bu denli önemli. Siz Türklerle, Hazarların yazgısını çizmiş.</i><br />
<br />
Sen dine yınanıyor-inanıyor musun?<i><br />Nasıl yınanırım? Kendine Tanrının elçisi diyen her kişi düzenbazdır. Yaratan Tanrıysa, o herşeye egemen ise, elçinin, komisyoncunun ne işi var? Özetle ben dinsizim. Bağımsızlık Meydanında okudunuz; <b>Özgürlük bizim dinimizdir</b></i><br />
<div>
<i><br /></i>Bu söz beni çok etkiledi. Bak sen bir Hazarlı olabilirsin?<br />
<i>O niye ki?</i><br />
<br />
Genlerine işlemiş. Hem de Odessalısın.<br />
<i>Bizim Odessa’nın çoğu Musevidir. Şimdi anlıyorum ki onlar Hazar Türklerinin kalıntısı. Benim adım da bir Musevi adı.</i><br />
<br />
Senin evgilinde mi Musevi?<br />
<i>Yok! Ancak bizim Odessa’da derler ki; <b>Eğer Odessalı isen kesin bir Musevi bulaşığı vardır</b></i><br />
<br />
Ha ha ha! Bu doğru mu?<br />
<i>Evet..Ha ha ha.</i><br />
<br />
Bence…Madem ki siz de portakal devrimi yaptınız, neden Türkler gibi Kiril tamgasını değiştirmiyorsunuz?<br />
<i>Bilmem. Hiç düşünmemiştim. Bu size çok güçlük çıkarıyor değil mi?</i><br />
<div>
<i><br /></i>Mariia, insanoğlunun iki düşmanı vardır; biri din, biri dil. Bu ikisi toplumları böler, savaştırır, ölüm getirir. Oysa amacımız birbirimizi anlamakta, iletişimden geçer. O nedenle önce ayni tamga, daha sonra da bir dili konuşmak zorundayız. Düşünebiliyor musun? Ben 5 gün Ukrayna’da kaldım, neredeyse hiç birinizle konuşamadan, sizi anlamadan, siz beni anlamadan ülkeme dönüyorum. Bir ülkeyi gezmek, oradaki yapıları, doğayı görmekten öte, toplumuyla konuşup anlaşmaktır. Buna engel ne? Dil. Dilin, tamganın tutuculuğu olmaz. Bu bağnazlığı atmak gereklidir.<br />
<i>Doğrusun da nasıl çözülür bilmem!</i><br />
<br />
Size de bir Atatürk gerek.<br />
<i>Ha ha ha.</i><br />
<br />
Ayrıca, beş gün kaldım, hiç Ukrayna şarkısı dinleyemedim. Neden? Siz öz kimliğinizden utanıyor musunuz?<br />
<i>Batılaşma akımının sonucu.</i><br />
<div>
<br />
Eğer ekininizi yitirseniz Ukraynalı da kalmaz.<br />
<i>Gençler böyle bir akımın içinde.</i><br />
<br />
Portakal devriminden sonra, neden Rusların yaptığı o göz kamaştıran anıtları, yontuları yıktınız?<br />
<i>Onlar bizi Rusya’yı, komünizmi anımsatıyor. Biz onları ebediyen silmek istiyoruz.</i><br />
<br />
Ancak onlar sizin ötkeninizin-tarihinizin bir parçası. Bu tıpkı Sırpların, Yunan ile Bulgarların Osmanlıdan sonra camileri, medreseleri, köprüleri yıkması gibi bir şey. Bunlar ortak ötken. Bak, yıkamadıklarınızdan <b>Anayurt </b>(Motherland) anıtı, günümüzde en çok ziyaret edilen yer.<br />
<i>Biz hiçbir anıtın, Rusya’yı anımsatmasına katlanamayız. Bize acı veriyor. Duygularımı anlatamam.</i><br />
<br />
Ukraynalılar mutlu mu?<br />
<i>Değiller. Herkes yakınıyor.</i><br />
<br />
Neden?<br />
<i>Geçim derdi. Ortalama işçi aylığı 3000 Griva (120 dolar). Genel olarak yüksek eğitimlilerin ise 15 000 Griva (600 dolar). Ben bir yabancı işletmede pazarlama tasarlayıcısı olarak çalışıyorum, 25 000 Griva (1000 dolar) alıyorum. Bunun 700 Griva’sı kiraya gidiyor. Bana yetiyor. Ancak para biriktiremiyorum. Kıskılın-ekonominin düzelmesini bekliyoruz. Biz de AB’nin bir parçası olmak dileğindeyiz.</i><br />
<br />
Bizde de aşağı yukarı size benzer. Ancak, yaşam Ukrayna’da daha ucuz.<br />
<i>Biz Türkiye deyince, 5 yıldızlı oteller, sıcak deniz aklımıza gelir. Otellere gideriz, Türkiye’yi görmeden, bilmeden döneriz.</i><br />
<br />
Gel bir gün, gez. Çok seversin.<br />
<i>Bakalım. Biz Ukraynalıları nasıl tanıyorsunuz?</i><br />
<br />
Türkiye’deki genel kanı <b>aşk ülkesi</b>. Ancak buraya gelince izlenimim değişti. Ukraynalı kızlar; duygusal, masum, eğitimli, davranış bütünlüğü olan kişiler.<br />
<i>Bu doğrudur. Bizde eğitim kurumları oldukça gelişmiştir. Bilimsel çalışmalar Ukrayna’da sürekli kılavuzumuzdur. Özellikle bilimtey-üniversite eğitimi çok iyidir.</i><br />
<i><br /></i>
Ulusal amacınız nedir?<br />
<i>Rusya güdümünden kurtulup, batıya açılmak. Batının bir parçası olmak.</i><br />
<br />
Senin ereğin nedir?<br />
<i>İşimde yükselmek. En iyisi olmak. Bulunduğum bölümü yönetmek.</i><br />
<br />
İşini seviyor musun?<br />
<i>Çok?</i><br />
<br />
Erkek arkadaşın var mı?<br />
<i>Yok. Önce işimde yükselmek istiyorum.</i><br />
<br />
Nasıl biriyle evlenmek istiyorsun?<br />
<i>Yüksek eğitimli, okuyan, kadını anlayan, ince ruhlu, kibar, uzun boylu.</i><br />
<br />
Mariia sen sağol. Bil ki, bir gün böyle bir delikanlı önüne çıkacaktır. Sana başarılı bir yaşam dilerim.<br />
<i>Sizinle görüştüğüme çok sevindim.</i><br />
Ben de.<br />
<br />
Ona T-yi, anlamını öğretmiştim. T’lerimiz açtık. Birbirimize sarıldık. Yanaklarından öptüm.<br />
<br />
Hoşça kal.<br />
<i>Sevgiyle kal.</i><br />
<br />
O, gitti. Duyguları ile düşünceleri kaldı.<br />
<br />
<i>20 Mart 2018, Kiev Ahmet Ercan hocamızdan alıntıdır.</i></div>
</div>
</div>
</div>
</div>
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-67221619569049156552018-03-07T02:56:00.000-08:002018-04-10T00:44:25.651-07:00Köv ekmeği<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJjGJ1_eEpKUgI6xBcZl5UaJIdhuNPM2DbqzMowTKEFgo0S2ysAVbO_NfRM3OeqpP2fAJ2CR8ftYroOtyn8GXt09fhCSbc0yieyK1sZKQZMrKqkBzUlByMnVYELOLC3k3MGKjgQQi84HY/s1600/pane-integrale_tagliato-globo.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="709" data-original-width="1260" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJjGJ1_eEpKUgI6xBcZl5UaJIdhuNPM2DbqzMowTKEFgo0S2ysAVbO_NfRM3OeqpP2fAJ2CR8ftYroOtyn8GXt09fhCSbc0yieyK1sZKQZMrKqkBzUlByMnVYELOLC3k3MGKjgQQi84HY/s640/pane-integrale_tagliato-globo.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Ateş tuğlası ve kerpiçten mamur ekmek fırınlarında pişirilir köy ekmeği.<br />
Bizim ağzımızda köv ekmeği oluverir.<br />
<b>y</b> ile <b>v </b>değişimi pek bilindik bir dil özelliği olmamakla birlikte yakışır ağızlara.<br />
80’li yıllarda hemen herkes aynı yolla tedarik ederdi ekmeğini.<br />
Fırın esnafları çoğaldıkça köv ekmeği yerini <b>çarşı ekmeği</b>ne bıraktı.<br />
O zamanlar çarşı ekmeği lüks sayılabilirdi.<br />
Farklı bir lezzetti en azından.<br />
Hele tahin helvasıyla çok yakışırlardı birbirlerine.<br />
Zamanla köv ekmeğine galip geldi.<br />
<br />
Ama bu mağlubiyet, bu köylüye onurundan ve tadından bir şey kaybettirmedi.<br />
Tabii zaman geçtikçe köv ekmeğinin lezzeti aranır oldu.<br />
Fabrikasyon imalatlar yavan gelmeye başladı damağımıza. Şimdilerde köylü teyzelerin, kaçak sigara gibi tezgâh altlarında sakladıkları somunlar, zabıtayı nasıl atlatırız derdinde.<br />
Fırın genellikle evin inşası sırasında, hanımlar tarafından ısrarla talep edilirdi.<br />
Bahçeye özellikle de bodruma yakın yerlere yapılırdı.<br />
Aslına bakarsanız pek tertipli görüntüler değildir.<br />
Yani mimari estetikten uzak, derme çatma kuruluklardır.<br />
Bu yönüyle pek hoşuma gitmese de yaydığı koku, estetik kaygısını unutturacak cinstendir.<br />
Hanımlar, akşamdan leğenin başına oturup hamur yoğururdu.<br />
Yarın ekmek yapacağım, dedikleri vakit, başka iş çıkarmayın, çünkü bütün günümü bu telaşlı işe ayıracağım, demek isterlerdi.<br />
Ekşi maya ile tutulan hamur, sabah tekrardan bi yoğrulurdu.<br />
Kollar dirseklere kadar sıvanır, eller yumruk olur ve hamurun altı üstüne getirilirdi.<br />
Sonra bir süre demlenmeye bırakılırdı.<br />
Göz kararı kıvamına kanaat getirildiği vakit birer somunluk hamurlar, minete (ekmekleri taşımak için kullanılan, yatay dolap raflarına benzeyen ahşap gözlü taşıma gereci) konurdu.<br />
Yapışmasın diye altına sofra bezi döşenir, un serpilir ve hamur, kundak gibi sarılırdı.<br />
<br />
Fırının hazırlıkları devam ederdi diğer taraftan. Sıcaklığından emin oluncaya kadar ateş yakılırdı içinde.<br />
Bu ateş, pırnal çalısından tutuşmalıydı.<br />
Maki tesirli iklimlerin bodur çalısı pırnal, is bırakmaması ve bu civarda bol olması hasebiyle tercih sebebiydi.<br />
(Ayrıca ormancıların bu kaçak kesime göz yumması da etken midir bilmiyorum.)<br />
Pırnalın hem maliyeti düşük hem de kalorisi yüksekti.<br />
Hatta çok zaman pırnal köklerinin kışın kömür niyetine yakıldığına da şahitlik etmişizdir.<br />
Bu çalıları kesmek ve köklerini çıkarmak öyle kolay bir iş değildi. Kazma, kama ve balyozla çıkartılabilirdi. Bir nevi kömür çıkarmak gibi.<br />
Zaten kömüre alternatif yakıttı garibanın maşingasında.<br />
Pırnalı kestiniz, kökünü çıkardınız.<br />
Ne ile götüreceksiniz.<br />
Tabi ki iki tekerlekli demir profillerden yapılmış pırnal arabasıyla.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh0pFKNCXR3SWJBkBqfxYBADJB3LPl4cz6purC5Wja9r78febqNK_4Qt1DuogpTYQ_EW305TmauG6laxzXv2Z4V79XRbDlMij1CJjwLd2Dd9qZxvcnALUc5kASiDNf4svP0peefdDddBeM/s1600/kov-ekmegi.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="622" data-original-width="1105" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh0pFKNCXR3SWJBkBqfxYBADJB3LPl4cz6purC5Wja9r78febqNK_4Qt1DuogpTYQ_EW305TmauG6laxzXv2Z4V79XRbDlMij1CJjwLd2Dd9qZxvcnALUc5kASiDNf4svP0peefdDddBeM/s640/kov-ekmegi.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<blockquote class="tr_bq">
Çan’a bahar geldi minim<br />
Karşıyaka kadınları<br />
Sırtlanmışlar pırnalları<br />
Bi dilim köy ekmeği<br />
Bir tepsi basma börek<br />
Salçayı söylemicem<br />
Bir de kız güzeli gelincikler</blockquote>
At arabası mantığı ile yapılmış bir araçtı; pırnal arabası.<br />
Önünde çekmek ve yönlendirmek için <b>T</b> şeklinde ilkel direksiyonu bulunurdu.<br />
Önden çekerdi.<br />
Düzde giderdi gitmesine ya, Erenler Tepesi’nden yokuş aşağı inerken sürücüsünü önüne kattığı zaman, kazaya büsbütün davetiyeydi.<br />
Çok tehlikeliydi.<br />
Bu icadın mucidi bu araca fren takmayı unutmuş.<br />
Durdurmak tamamen iman gücüne bağlı.<br />
Evin reisi direksiyonda.<br />
Arkasından refakat eden ve aksi bir durumda ilk yardıma hazır kişi de evin hanımı.<br />
Kömürde göçük, pırnalda da her daim arabanın altında kalma tehlikesi vardır.<br />
Pırnal, sağ salim getirilirse, bu meşakkatten sonra ancak ateşe verilir zaten.<br />
Ateş hazırsa; şimdi közlerini, köse dediğimiz uzun demirin ucundaki üçgen saçla, fırının ağzına çekip içerdeki sıcaklığı muhafaza etmeli. Eski kumaşlardan yapılmış fırın süpürgesini ıslatarak içerdeki külleri temizlemeli ve ahşap küreğe minetten aldığımız hamurları koyup fırına sürmeli.<br />
Bir tepsilik yer muhakkak bırakmak lazım fırında.<br />
Basma börek için.<br />
Bu böreğin iki güzel yanı vardır.<br />
Birincisi kimsenin hayır diyemeyeceği bir lezzettir.<br />
İkincisi bütün gün ekmek telaşıyla uğraşan evin hanımı, yemek yapmaya büyük olasılıkla yetişemediğinden bu kozunu sürerdi siniye.<br />
Ekstradan yine fırında közlenmiş biber ve patlıcan söğürmesi katık edilirdi böreğe.<br />
Sonuçta herkes mutlu kalkardı sofradan.<br />
<br />
Bu ateş sadece bir fırınlık ekmek için yakılmazdı.<br />
Aynı ateş birkaç hanenin daha ekmek ihtiyacını da görürdü. Hanımlar için bir başka sıkıntı da ekmeğin piştikten sonra beğeniye sunulmasıydı.<br />
Şayet ekmek atan gelinse zaten yaranma şansı olmazdı kayınvalideye.<br />
Hanımlığın karnesinde pekiyi olması gereken en önemli dersti köv ekmeği.<br />
Komşular ve çocuklar için halka veya goda pişirilirdi.<br />
Herkes hissesine düşen mutluluğu paylaşırdı.<br />
En kıymetli yeri kıyısıydı ekmeğin.<br />
Anamın paşası olduğum için orayı hep ben yerdim.<br />
Ezelden iki âşık köv ekmeği ile tereyağ; kavuşmayı bekliyor. Tereyağ kendini ekmeğin kollarına bırakıyor.<br />
Ve bu aşk da mutlulukla sona eriyordu.<br />
<br />
<i>Fazıl Sayın</i>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-75894950808030579312017-11-20T11:14:00.001-08:002017-11-20T11:16:26.863-08:00Ağlatan Naim yazısı<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg9_PEX3DrWfZDI_fSsY7oVjMpcc82xBAIGMJFGeiEVR6vADzfAj4PRGsGnSiSWyxsCJYShDMi0-03v-a6PxIlveNAneYYmaE0HFdbaIzi1pZEAFNRb2HdYqeP6BZNZqo5rXODfA275Vzc/s1600/naim-milli-haltercimiz.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="340" data-original-width="640" height="340" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg9_PEX3DrWfZDI_fSsY7oVjMpcc82xBAIGMJFGeiEVR6vADzfAj4PRGsGnSiSWyxsCJYShDMi0-03v-a6PxIlveNAneYYmaE0HFdbaIzi1pZEAFNRb2HdYqeP6BZNZqo5rXODfA275Vzc/s640/naim-milli-haltercimiz.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Bulgaristan Göçmeni Boğaziçili Profesörden Ağlatan <b>Naim Süleymanoğlu</b> Yazısı<br />
<br />
Boğaziçi Üniversitesi’nde görev yapan, Moleküler Biyoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Nesrin Özören, okulun forumunda paylaştığı bir yazıda, Naim Süleymoğlu’nun ardından, okuyanlara duygusal anlar yaşattı.<br />
<br />
Göçmen psikolojisini ve ailemizin geçmişte başından geçenleri şimdinin gençlerine daha iyi aktarabilmek adına paylaşmak istiyorum. Bugünlerde yurdu terk etmeyi düşünen ya da icra edenlere ithaf olunur.<br />
<br />
İşte Özören’ in o çarpıcı yazısı:<br />
Dünya ve Olimpiyat Şampiyonu Koca Türk Naim Süleymanoğlu’nun anısına…<br />
<br />
Bugün çok büyük bir adamı, Koca Türk Naim Süleymanoğlu’nu uğurlarken, kendi hayatıma düşen izinden bahsederek, tüm Bulgaristan Türkleri için nasıl bir özgürlük ve umut meşalesi olduğunu hissettirmeye çalışacağım.<br />
<br />
Naim’in bana öğrettiği ders şöyleydi: çok başarılı olursam Bulgaristan’dan kaçabilirdim! Bu yüzden gazeteci olup yurt dışına çıkabilmek için İngilizce öğrenmeye karar vermiş ve Silistre yabancı diller lisesi Ivan Vazov’u kazanmıştım.<br />
<br />
Şimdiki yıllarda bu kaçma isteği anlaşılamıyor, çünkü demir perde çöktü, ancak o yıllarda Bulgaristan dışına çıkmak için sporcu, sanatçı veya gazeteci olmak gerekiyordu. Ben de uzun koşu denedim – 1500 m’de bayağı iyiydim aslında. Lisenin başlarında Silistre’de il 4’cüsü olmuştum. Ormanlık alanda iki rakibim virajı koşmak yerine kısa yoldan önüme geçmişti, kimse görmedi. Böylece il 2’cisi olamadım, maalesef kameralar yoktu ispat için, antrenörler de bana inanmamıştı, uydurduğumu düşündüler. Daha sonra bir kaç ay hızlı yürüyüş denedim ve sonrasında da okula odaklandım. Bu konuda da biraz başarılı oldum, önce vatanıma kavuşmam lazımdı…<br />
<b><br /></b>
<b>Türkiye’ ye Göç etmek istiyorduk</b><br />
<br />
1985 yılında Nesrin Salimova Hasanova olan adım zorla Nadejda Strahilova Handjiyeva olarak değiştirilmişti ve hepimiz ağır bir depresyona girmiştik. Milyonlarca Türk dilekçe kampanyasına katıldı, hepimiz Türkiye’ye göç etmek istiyorduk. Bu insanların hepsi işinden atıldı. Babam da muteber bir tütün eksperi işinden oldu ve beton bordür dökme işini bulabildi aylar sonrasında.<br />
<br />
Çıkış yolları yoktu, sınırlar kapalıydı. Rüyamda hiç görmediğim eşsiz güzellikte Boğaz kenarında dolaşıyordum. Bu arada kendi adıma yetişkinlere çok kızgındım-neden başkaldırmıyorlardı, çok korkaktılar.<br />
<br />
Buna çözüm olarak Mustafa Kemal Atatürk adında bir gençlik örgütü kurmaya teşebbüs ettim, 7 sınıftaydım. Okuduğum kitaplardan İkinci Dünya Savaşında Nazi’lere karşı savaş veren Rus direnişçilere özenmiştim, onlar da benim yaşlarımda insanlardı sonuçta. Daha sonra herhangi bir faaliyet yapamadan bu örgüt fikri çöktü, fakat tüzük defterim polis tarafından bulunmuştu.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxkMP5M9kdu4UDd-JKyFd_2woivmxDluDywqlsThKqfQ8FinpkruB1HuKQaQ2KXDjxGXMrMcKCaeNxdiSUoPVKAUhvYhmAh5em7g-iYnN8keuz8IHrW5Oey2bNcsC2Og_pDDBmkx94CQ0/s1600/Bulgaristan-Bayrak.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="450" height="426" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxkMP5M9kdu4UDd-JKyFd_2woivmxDluDywqlsThKqfQ8FinpkruB1HuKQaQ2KXDjxGXMrMcKCaeNxdiSUoPVKAUhvYhmAh5em7g-iYnN8keuz8IHrW5Oey2bNcsC2Og_pDDBmkx94CQ0/s640/Bulgaristan-Bayrak.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b><b>Babam Türklere yapılan zulümlere Şiirleriyle cevap veriyordu</b><br />
<br />
Babamın şiirlerini aramaya gelen polisler odamda tüzük defterimi görünce el koymuştu. Babam etrafta olan haksızlıklara ve Türklere yapılan zulümlere şiirleriyle cevap veriyordu ve bunları aile meclislerinde okuyordu. Dedem Hasan ise Osmanlı zamanında (1910-1915 arasında) Kırcaali bölgesinde doğmuş bir adam olarak hiçbir zaman kıyafetini değiştirmedi ve belinde kuşak/bıçak, kafasında sarığıyla ‘deli’ Hasan muamelesi görerek ve herkesi şaşırtarak yaşadı ölümüne kadar. Soğuk Deliorman kışlarında annem gelen misafirlere zengin sofralar kurardı. Dedem deli Hasan’dan Plevne savaşının anısına ‘Osman Paşa’ marşı rica ederdi misafirlerimiz, o da seve seve söylerdi; tüm çocuklar korkudan ağlardık. O marş söyledikçe biz kanatlanır, sanki başka bir özgür diyara göçerdik hep beraber. Bu diyarda Türkler şerefli ve kahramandı, Osman Paşa gibi. Dedem de babam da korkusuzdular, bu özellik bize de geçmişti.<br />
<br />
Babamın şiirlerini birisi ihbar etmişti ve polis eve aramaya gelmişti. Defterimi okuyan polisler önce kardeşim ve beni sorguladılar, ifademizi yazdırıp bıraktılar, yaşımız küçüktü. Daha sonra bütün sınıf önünde örgüt Yeminimiz okundu ve ben Bulgaristan’daki tüm liselerden kovulmuştum, 9 sınıfta. Yeminimizde baskıcı Bulgar’a karşı savaş edeceğimize yemin ediyorduk. Gazeteci olmam ve kaçmam da imkânsız hale gelmişti.<br />
<br />
Aynı yıl veya önceki yıl Naim Süleymanoğlu Türkiye’ye kaçmış ve tüm dünyaya olanları anlatmıştı, bu hepimize bir umut ışığı olmuştu. Büyük Türkiye tabii ki bizi orada yalnız bırakmayacaktı!<br />
<b><br /></b>
<b>Silistre’ den Bize Vatan olamamıştı</b><br />
<br />
Babamın önerisiyle İngilizce bir metin hazırladık – başımıza gelenleri ve yurt dışına, Türkiye’ye çıkmak istediğimizi anlattık. Babam bunları turistik yerlerdeki diplomatlara ulaştırmaya çalışmıştı, geleceğimiz yoktu Deliorman’da, Silistre’den bize vatan olamamıştı.<br />
<br />
Daha sonra, gene Türkiye’ye taşınma dilekçesi vermiştik, ancak bir cevap gelmiyordu, sonra da 1989 Mayıs’ta bize cevap geldi, 2 gün içinde ülkeyi terk etmeliydik – bize Avusturya vizesi çıkmıştı, trenle iki gün sonunda toplam 4 bavul ve 250 dolar (daha fazlasına izin yoktu) dört kişi Viyana’ya vardık. Türkiye konsolosluğunu bulduk ve orada Türkiye’ye ailecek iltica ettik. Babama bazı hademeler ve görevliler Avusturya vatandaşlığı teklif etmiş, o da ret etmişti! Naim Süleymanoğlu’na Amerika 2 kere vatandaşlık teklif etmiş, 10 milyon dolar teklif etmiş – ret etmiş. Naim bizim için bir örnek, yanan bir vatan sevdası oldu!<br />
<br />
Tüm hatıralar canlandı bugün.. Eskiden anlatmazdım bunları, ancak susmanın hata olduğunu anladım çok yakında. Geçen yıl bir yeğenim, Türkiye vatandaşlığından çıkıp yabancı uyruklu üniversite sınavına girip, tekrar vatandaş olabileceğini (lisede rehber öğretmeninin tavsiyesi olduğunu) söyleyince kalp krizi geçirecektim! Nasıl yani, oturup çalışmak yerine- vatandaşlıktan çıkma planı? Tüm devrelerim alt-üst oldu. Hür vatanda yetişen nesillerimiz nasıl bu kadar kolay “satabiliyorlar” bu ülkeyi, bu toprağı zehirleyen bu zihniyeti yok etmeliyiz!<br />
<b><br /></b>
<b>Naim Süleymanoğlu Naum Şalamanov olmayı kabul etmedi</b><br />
<br />
Neden sustuğumuza gelince, yukarıda anlattıklarım Bulgaristan’da şehit ve gazi olanların fedakarlığı yanında bir hiç sayılır, anlatılmaya değmez aslında. Biz kurtulduk ve hür bir şekilde yaşıyoruz, çok şükür. Direniş yapan sadece bizler değildik. Mesela, Deliorman bölgesi köylerinden cesur bir grup tank kaçırmaya çalışmış, bazı patlayıcıları askeriyeden kaçırmış, daha sonra da turist kaçırmışlardı dikkat çekmek için. Bazısı şehit edildi, bazısı Belene’de çürüdü. Bazı cengaver ‘deli’ Türkler yürüyüşlerde can verdi hem Kırcaali, ve Naim’in şehri Mestanlı’da, hem de Deliorman’da. Bu yiğitlerden özür dileyerek kendi serüvenimi anlatıyorum.<br />
<br />
Naim Süleymanoğlu da Naum Şalamanov olmayı kabul etmedi, bizler de etmedik. Lütfen, bunu hatırlayarak bizlere ‘Bulgar’ demeyiniz, evet size çok garip gelebilir ancak bizim için Türk olmak ayrıca önemli, en temiz vatansever haliyle!<br />
<br />
Son söz olarak, Bulgaristan’a kızgın değilim, sosyalist rejimin pek çok kazanımları da oldu benim için – mesela Türkçeyi anamdan, Bulgarca, Rusça ve İngilizceyi onlardan öğrendim. Matematik, fizik, kimya ve edebiyat temellerimi oradaki hocalarıma borçluyum, sağ olsunlar. Her şeyin ötesinde çok çalışmayı ve disiplinli olmayı da orada öğrendim. Bulgaristan’ı affettim çoktan, orada halen toprağımız ve akrabalarımız var. Onlarsız bir parçam yok sayılır.<br />
<br />
Sevgiler,<br />
<br />
<i>Nesrin Mücahitsüleymanoğlu Özören</i>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-43975725050300457902017-11-15T03:37:00.000-08:002018-04-10T00:43:13.279-07:00Kırım göçleri<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTWMyMJIhwJp6d7WQnu0aQXJTIiCm7yBynAza6Menp7GIk4E4P5vL3khH8fd94CrDsU_7GzIZaHuI5ycTlMnyvQNxfLjmeW0AVRjXuI4agsseWE-72oS2t_yBXFPuQ5IyKV-clDkb5EGY/s1600/kirim-gocu.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="705" data-original-width="1000" height="450" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTWMyMJIhwJp6d7WQnu0aQXJTIiCm7yBynAza6Menp7GIk4E4P5vL3khH8fd94CrDsU_7GzIZaHuI5ycTlMnyvQNxfLjmeW0AVRjXuI4agsseWE-72oS2t_yBXFPuQ5IyKV-clDkb5EGY/s640/kirim-gocu.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<i>Tatarlar doğrudan deniz yoluyla Türkiye’ye, günümüzde Romanya ve Bulgaristan topraklarında kalan Dobruca’ya gittiler. Bazıları Dobruca’da kaldı, çoğu oradan da Türkiye’ye göç etti. </i><br />
<i><br /></i>
<i>İstanbul Karayları İspanya’dan gelen Sefarad'lardan önce Bizans zamanında gelmişler, her zaman diğerlerinden ayrı yaşamışlar, dini ve sosyal yönden Yahudi toplumuna katılmamışlardır. 1783 de Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesi üzerine İstanbul’a bir Karay göçü olmuştu fakat sayıları ancak yüzleri geçmemiş ve günümüzde ise ancak 30-40 kişilik bir gruba dönüşmüştür. </i><br />
<br />
Karaylık, Yahudilikten kaynaklanan ve hahamlık geleneğinin, özellikle Mişna ve Talmud’da derlenen sözlü yasanın bağlayıcı niteliğine itiraz ederek, yalnızca yazılı yasa olan Tora’nın buyruğunu kabul eden ve 8. yüzyılda Babil’de din adamlarıyla yaşadığı siyasal bir çelişme ve dışlanmadan ötürü Sefer-a Mizvot’un yazarı Anan Ben David’in başlattığı bir akımdır.<br />
<br />
Bu akım, bu dönemde Irak, İran ve Filistin Yahudileri arasında süratle yayıldı ve İstanbul yolu ile Avrupa’ya geçti. Karayların dinsel uygulamaları sadece Tora’dan esinlenir. Karaylar Talmud’dan türeyen Alaha’yı (şeriatı) tanımazlar. Örneğin Tora sonrası döneme ait Hanuka Bayramını kutlamazlar, Rabanut’un (din bilgelerinin) tefilin, mezuza, evlenme, boşanma ile ilgili emirlerini uygulamazlar. Ayrıca Rabanut dini takvimiyle farklılıklar müşahede edilir, bayramlarda farklılıklar vardır; Roş Aşana’da Şofar çalınmaz. Sukot’ta dört çeşit bitki uygulaması yoktur. Karayların sinagoglarında sandalye yoktur ve içeriye girmeden ayakkabılar çıkartılır. Sinagogları da David’in bir mezmuruna istinaden yer altındadır.<br />
<br />
Hazarların bir kolu ve bir Türk boyu olan Karaim ve Karaitler, Uzlar ve Kıpçakların önünden kaçan Peçenek saldırıları karşısında Kırım’a yerleştiler ve 8. yüzyılda Hazarların resmi dini Yahudilik olunca, Yahudilerin Talmud’u reddeden Karay mezhebini benimseyerek, kendilerine <b>Karaylar</b> adını yakıştırdılar. 1016’da başlayan Rus baskısı nedeniyle Litvanya ve Polonya ovalarına göçtüler. Kırım’da kalan Karaylarla Talmud’u benimseyen <b>Kırımçaklar</b>, yakın tarihlere kadar beraberce yaşadılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk kökenli Yahudilerin Sibirya’ya sürülüp sürülmediği belli değil. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında da İstanbul’a da bir kısım Kırım Yahudi’sinin göç ettiği bilinmekte. Kaldı ki Galante, değişik isimli sinagogları; Kırım’dan göç eden ve Türkçe konuşan Karaylar ile Bizans’tan beri aynı topraklarda yaşamlarını sürdüren ve Rumca konuşan Karayları ayrı ayrı sinagoglara devam etmeleri ihtimaline bağlar.<br />
<br />
1172’de İstanbul’u ziyaret eden ünlü seyyah Tudelalı Benjamen, bu kentte 500 kadar Karay’ın yaşadığını yazar. Fatih Vakfiyelerinden anlaşılacağı gibi, Karayların yerleşim yeri Balıkpazarı, Balat, Edirnekapı ve Galata yani Karaköy idi. Bir iddiaya göre bu semtin adı ‘Karay Köyü’ idi.<br />
<br />
İstanbul Karayları İspanya’dan gelen Yahudilerden önce Bizans zamanında intikal etmişler, her zaman diğerlerinden ayrı yaşamışlar, dini ve sosyal yönden Yahudi toplumuna katılmamışlardı.<br />
Karaylar 19. yüzyılın sonlarına dek devlet tarafından ayrıca bir cemaat olarak görülmüyor ve Hahambaşılık bünyesinde mütalaa ediliyordu.<br />
<br />
<b>İstanbul’a Karay Göçü</b><br />
Aslında Karaylar kendilerini Semitik kökenli değil, Türk Yahudi’si olarak tanımlarlar. Rumca konuşanları da vardır. Ayrıca ‘İlya’ gibi Rus çağrışımı olan isimleri de taşırlar. Karaylar ile Hahambaşılığın dinsel itikadına bağlı Yahudiler arasındaki evliliklerin dinen icra edilmesi geçmişte olduğu gibi halen mümkün olmamakta ve sorunlar yaratmakta. İspanya Yahudilerinden <b>Yosef Caro’nun</b> 16. yüzyılda İstanbul’da derlediği Rabinik Yahudi dinsel kodeksi olan Şulhan Aruh’ta kabul edildiği gibi (Even Haezer:37) Karayların diğer Yahudilerle evlenmesi onaylanmamakta.<br />
<br />
<b>Hazar Türkleri</b><br />
Ender rastlanan bir diğer Yahudi soyu da Hazar Türk kökenlilerdir...<br />
<br />
<b>Hazarların soyu</b><br />
Yahudi Hazar Kralı Joseph, Endülüslü Hasdai’ye yazdığı mektupta, Hazarların Yafet’in torunu ve tüm Türklerin atası kabul edilen Togarma’nın yedinci oğlu olan Kozar’ın soyundan geldiğini anlatır.<br />
<br />
<b>Dağılan Hazarlar nerelere yerleşti?</b><br />
Hazarlar, Araplarla yaptıkları savaşlar sayesinde Arapların Avrupa’yı istila etmesine imkân vermeyerek dünya tarihini değiştirdiler...<br />
<br />
Hazarlar kimliklerini kaybetmişler fakat diğer Doğu Avrupa Yahudileriyle kolayca kaynaşarak, Yahudi kimliklerini korumuşlardır. Özet olarak Hazarlar, Yahudi tarihinin en önemli bir bölümüdür ve bu mirası sahiplenmek özelikle Aşkenaz Yahudilerinin sorumluluğundadır.<br />
<br />
<a href="http://www.salom.com.tr/haber-95894-karaylar_ve__hazar_turku__yahudileri.html" target="_blank"><i>Devamı</i></a><br />
<br />Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-61845909949032128282017-11-08T02:00:00.000-08:002018-04-10T00:43:40.012-07:00Çan düğünü, aying<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEicA-x8MBUL8aoV8v5-AvG0rnSQnfIYPjxZJBZQkxWm_VKRjwklPloVMmRC9wbn-TfW-97MphYdfyWbOrUbj0TLKkv3JVJINFlSXy1whMfFc8dZ3I7K1XRiy0vO0H94OzAmiddC_tTPqcM/s1600/ayingler-%25C3%25A7an.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="393" data-original-width="699" height="358" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEicA-x8MBUL8aoV8v5-AvG0rnSQnfIYPjxZJBZQkxWm_VKRjwklPloVMmRC9wbn-TfW-97MphYdfyWbOrUbj0TLKkv3JVJINFlSXy1whMfFc8dZ3I7K1XRiy0vO0H94OzAmiddC_tTPqcM/s640/ayingler-%25C3%25A7an.jpg" width="640" /></a></div>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b><b>Kendinizden bir şeyler bulacaksınız...</b><br />
<b>İşte ayingler</b><br />
Ayıng… Aying…<br />
Kelimenin aslı <b>ahenk</b> yani kastedilen, eğlencenin ahenkli oluşudur.<br />
Eğlence ya da iğlence.<br />
İğlenmek aynı zamanda muhatabını ciddiye almamak, dalga geçmek manalarına da gelir.<br />
Bir iddiaya göre aying; ayin’den de gelebilir.<br />
Bunu filologlara havale ediyorum.<br />
<br />
Düğün dramatik bir eğlencedir.<br />
İçinde mutlulukla beraber kederi de barındırır.<br />
Yeni yuva heyecanı ve mutluluğu; yuvadan uçmanın elemiyle çok zaman düğüm olur gelinlerin boğazına.<br />
Gerçi hem ağlarım hem giderim derler…<br />
Çok da ciddiye almaya gelmez o gözyaşlarını…<br />
Yoksa tohuma kaçma ihtimali de var kızlarımızın.<br />
Kapıdan çıkmak varken kapıda kalmayı kimse istemez herhalde.<br />
Mahallenin iğlencesi olmak düşman başına…<br />
<br />
Aylar öncesinden, günü belirlenen ayıngın iki önemli ayrıntısı vardı.<br />
Birincisi saz ekibinden tarih almak; ikincisi davetiye.<br />
Davetiye yakın zamana kadar ambalajlı şekerdi.<br />
Sağdıçlar için mendil...<br />
Gariptir, bu davetin adı okumaktır.<br />
<i>Seni okudular mı gız? </i><br />
<i>Ben onları hem sünnete hem hatime okuduydum, onla beni okumamışlar… </i><br />
Gibi pencerelerden zaman zaman seslerin yükselme ihtimali her daim vardır.<br />
<br />
Ayınga davetsiz gelen bir zümre bilirim.<br />
Mahallenin delikanlıları…<br />
Çok zaman damadın, daha ziyade dünürün başına beladır bu gençler.<br />
Bu vakte kadar mahallenin namusunu onlar koruduğu için; <b>delikanlı parası</b> alınır kız çıkarmak için.<br />
Tabi, hiç kimse kanı delilerle dalaşmanın derdinde değildir.<br />
Çok büyük aksilik olmazsa anlaşılabilirdi efebaşıyla.<br />
Zaten anlaşma sağlanamazsa muhtemelen kavga çıkar, düğün dağılır ve kötü bir hatıra olarak gelinle damada hediye edilirdi.<br />
<br />
Davetsiz misafirlere, davulcuyu da ilave etmek isterdim.<br />
Ama benim şahitlik ettiğim ayınglarda,<br />
Pekâlâ bu işi meslek edinmiş çalgıcılar yapardı.<br />
Bu akşam mahallemizden kız çıkaracağız.<br />
Herkes hazırlansın.<br />
Gelin damat muradına zaten erecek.<br />
Ama telaş mahallenin diğer bekarlarındadır.<br />
Kızların görücüye çıktığı yegane merasimlerdir bu ayınglar.<br />
En şık elbiseler, arkadaşların da görüşleri alınarak giyilir, annelerin beğenisine sunulurdu.<br />
Aşırılıklar küçük bir azarla düzeltilirdi.<br />
Onay çıktığında kızlar önde, anneler arkada düğünün yapılacağı sokağa doğru yol alınırdı.<br />
<br />
Muhtemelen annelerin elinde oturakları olurdu.<br />
Zira ayıngın sonuna kadar ayakta duramazlardı.<br />
Şayet düğün sahibi, ahşap kalaslardan oturacak yer hazırlamadıysa bu oturaklar hayati önem taşırdı.<br />
İki küp takozun üstüne çakılmış tahtadan ibaretti bu oturaklar.<br />
Kalabalık yavaş yavaş toplanmaya başladığında sanki herkes yönlendirilmiş gibi her zaman ki oturma düzenini alırdı.<br />
Anneler oturaklarında, kızlar onların arkalarında...<br />
Böylelikle kızlar, küçük bakışmaları, kaçamakları annelerinden gizlerlerdi.<br />
Kime göz kırpar kızlar.<br />
Tabi ki karşılarında konuşlanmış delikanlılara.<br />
Bizim tabirle manitalarına.<br />
Orta yerde oynayanlar ya nişanlıdır ya da gelin ile damadın yakınları.<br />
Sevdiği oğlan ordaysa kızlar oynayamazdı.<br />
Neden? Tabi ki kıskançlıktan.<br />
Ola ki kız oynar, biri tarafından görülür, beğenilir, maazallah başa bela olurdu.<br />
<br />
Ayınglarda en sevmediğim manzara kınaydı.<br />
Beni mazur görün.<br />
Ama en mutlu gününde ağlanmaya zorlanan gelinlere hep acımışımdır.<br />
Ağladığı zaman mesele yoktur da; riyakarlık kabiliyeti yoksa:<br />
<i>Baba evinden çıktığına seviniyor herhalde. </i><br />
<i>O anadan kurtulduğuma ben de olsam sevinirim. Gibi yorumlardan da nasibini alırdı gelinler.</i><br />
<br />
Davul ve gırnata eşliğinde ve sağdıçların refakatinde, kına tepsisi elde orta yere gelirdi merasim taburu.<br />
Sağdıçların söylediği türkülerle geline baskı kurulur, ağlaması umulurdu.<br />
Kına yakma işlemi devam ederken gazete kağıdına sarılmış bir yakımlık kınalar davetlilere dağıtılırdı.<br />
Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar…<br />
Evi kursunlar da varsın yüksek tepede olsun.<br />
Ev sahibi olmak, kız isterken en büyük pazarlık vesilesidir.<br />
Oğlunuzun evi var mı?<br />
Çok zaman yaptığı işten daha önemli olmuştur ev.<br />
Çünkü ev kendinin olduğunda oğlan tarafı da kız tarafı da evin iaşesini idare edebilirdi.<br />
<br />
Erişte, bulgur, pekmez, reçel, salça, turşu, vesaire erzaklar zaten kilerde.<br />
Yöremizin hem en hoş, hem de en kötü yönü bu: Kırkına kadar çocuğa bakmak.<br />
Gerçi kırkından sonra da toruna bakılıyor.<br />
Yani ömür boyu çocuklar sigortalı.<br />
Burada önemli olan ömrün boyu…<br />
O yüzden ne yapın edin, bir arsanız bari olsun kız istemeye giderken.<br />
<br />
Ben daha kestirme bir yol biliyorum ama.<br />
Neyse… Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürüp evlenme çağındaki kardeşlerime yanlış örnek olmak istemem. Unutun bunu…<br />
(Kız kaçırmak… Her ne kadar adli bir vakıa olsa da yöremizin aşina olduğu bir kavramdır bu. Çok yadırganmaz kaçaklar. Gençler ya bir anlık telaşla ya da istedikleri halde müsaade alamadıklarından başvururlar bu yola. Bir sebebi daha var o da: Arabesk müzik... Ama her halükarda aileler affeder ve her şey sıfırdan ele alınır. Genç çiftler, düğünü yapar. Yükü aileler çeker.)<br />
<br />
Ayınga geri dönüp eğer oynama sırası bize geldiyse şöyle bi dönüverelim.<br />
Efebaşı önde sigaralar ağızda, başlar geri yaslanmış, kollar kartal kanadı, gömleklerin yakası normalden iki düğme aşağıda…<br />
Dairesel hareketin ardından damatla başlayan ikişer kişilik gösterilerde her delikanlı kendini gösterme fırsatı bulurdu.<br />
Siz hiç onların sevgilisinin yerine kendinizi koydunuz mu?<br />
<br />
<b>Kız saçların ne kara</b><br />
<b>Ondan olur makara</b><br />
<b>Karagözlü yârime</b><br />
<b>Yakışmıyor sigara</b><br />
<b>Yalellim yallah</b><br />
<br />
Herkesin oyun havası farklıydı.<br />
Saz ekibiyle aramızda önemli bir anlaşma dili vardı.<br />
Orkestraya yapılan gizli işaretle beraber, uyum içinde aynı ritimde şovumuzu tamamlardık.<br />
Bizim favorimiz çiftetelliydi.<br />
İşte tam o ara, önemli bir ayrıntı devreye girerdi. Damat anası ya da babası davulcuya para verir, davulcu onu damatın başının üstünden geçirirken coşkuyla <b>cabooo!</b> diye bağırırdı.<br />
Ne kadar aşkla şevkle bağırırsa o kadar cabo yapacağını düşünürdü.<br />
Bir ara paraları toplamaya çalışırken davul çalmayı unutsa da sonradan toparlardı işi.<br />
Ancak bu arada ritim gittiğinden oyuncuların yanlış bastığı da olmaz değildi.<br />
Bu karışıklıktan dolayı saz ekipleri bir çözüm bulmuşlar bu işe. Ekibe bir tane tef ilave etmişler. Tef, çanak şeklinde olduğundan ve yine yardımcı ses olduğundan akışta herhangi bir sıkıntıya sebebiyet vermiyor. Onların sıkıntısı da; cabo basanlar fazlalaştığında yere düşen paraları, mahallenin afacanlarına kaptırmaktı. Atik davranmak zorundaydılar, bu yüzden kan ter içinde kalırlardı.<br />
Düğün bittiğinde kalabalık yavaş yavaş dağılır, meydanda sağdıçlar ve yeni çift kalırdı. Duam o ki; Allah kimseyi insafsız sağdıçların eline bırakmasın.<br />
İki kişilik bir kapı, dünyaya kapanır.<br />
Yeni ve huzurlu sabahlara aralanmak üzere.<br />
Mutluluklar sizlere…<br />
Balayınız, bal ömrünüz olsun…<br />
Evinizde bakabileceğiniz kadar dada*…<br />
Ve dünyada mekânınız Çan, ahirette cennet olsun, …<br />
<br />
Dada: Çocuk, bebek manalarındaki yerel söyleyiş.<br />
<br />
<i>Fazıl Sayın</i>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-89159892180463162712017-06-09T04:26:00.002-07:002017-06-09T05:10:00.987-07:00Bağ komşumuz zeytinlik<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhazadH84BjAuRMb6EdAevJtV0QP2neWDQlFF4AP7pvOn18SZsPtkVJWBPeNVPdC1yp8M6jxc6H3_kzYcpyQdM_yq7R7IYxEKQTWES1EXSwTOFJgZfVSnYA973BIepovweY0Qrvoos5yhk/s1600/zeytin-hasat%25C4%25B1-trilye.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="720" data-original-width="960" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhazadH84BjAuRMb6EdAevJtV0QP2neWDQlFF4AP7pvOn18SZsPtkVJWBPeNVPdC1yp8M6jxc6H3_kzYcpyQdM_yq7R7IYxEKQTWES1EXSwTOFJgZfVSnYA973BIepovweY0Qrvoos5yhk/s640/zeytin-hasat%25C4%25B1-trilye.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Yeryüzü tarihinin Akdeniz havzasında yazıldığını ifade etmek yanlış olmaz. Toplulukların gelenekleri geçmişin izlerini taşıyor haliyle. Akdeniz’ in kalbinde yer alan Anadolu birçok canlının vatanı özelliğini taşıyor. İçlerinden iki tanesini yazacağız burada; kutsal kitapların bile göz ardı etmediği Zeytin ve Üzüm yani zeytinlik ve üzüm bağları. Tarihte ilk şarabın üretildiği yer (Kapadokya) olan Anadolu ile İtalya coğrafyasının başka bir ortak noktası daha olabilir mi? Evet var. Toplumların sosyo ekonomik yapılarına nüfuz eden ve bir çok bakımdan toplumun genlerine geçtiğini gördüğümüz zeytin ve üzüm. Öncelikle bir özelliği var ki, yurdumuz gündemine Meclisimizde tartışılan torba yasada yer alma olasılığı ile gelen zeytin hem Akdeniz ülkeleri hem de memleketimiz için önemli bir konumda bulunuyor.<br />
<br />
<a href="http://www.worldatlas.com/articles/leading-olive-producing-countries.html" target="_blank"><b>Zeytin Üreten Ülkeler</b></a><br />
<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="0" style="width: 250px;"><colgroup> <col span="3" width="250"></col></colgroup>
<tbody>
<tr>
<td height="17" width="10"><strong>Ülke</strong></td>
<td style="text-align: center;" width="10"><b>Zeytin bin t</b></td>
</tr>
<tr>
<td height="17">İspanya</td>
<td style="text-align: center;">5,277</td>
</tr>
<tr>
<td height="17">İtalya</td>
<td style="text-align: center;">3,221</td>
</tr>
<tr>
<td height="17">Yunanistan</td>
<td style="text-align: center;">2,232</td>
</tr>
<tr>
<td height="17">Türkiye</td>
<td style="text-align: center;">1,292</td>
</tr>
<tr>
<td height="17">Tunus</td>
<td style="text-align: center;">846</td>
</tr>
</tbody>
</table>
<br />
<b>Yıllar içinde zeytin ağacı sayısı</b> (TUİK)<br />
<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="0" style="width: 350px;"><colgroup> <col span="3" width="350"></col></colgroup>
<tbody>
<tr>
<td height="17" width="20"><b>Yıl</b></td>
<td style="text-align: center;" width="50"><b>Toplam</b></td>
<td style="text-align: center;" width="250"><em><strong>Meyve veren</strong></em></td>
</tr>
<tr>
<td height="17">1990</td>
<td style="text-align: center;">85,560</td>
<td style="text-align: center;"><em>80,600</em></td>
</tr>
<tr>
<td height="17">2000</td>
<td style="text-align: center;">97,770</td>
<td style="text-align: center;"><em>89,200</em></td>
</tr>
<tr>
<td height="17">2005</td>
<td style="text-align: center;">113,180</td>
<td style="text-align: center;"><em>96,625</em></td>
</tr>
<tr>
<td height="17">2010</td>
<td style="text-align: center;">156,448</td>
<td style="text-align: center;"><i>111,398</i></td>
</tr>
<tr>
<td height="17">2016</td>
<td style="text-align: center;">173,785</td>
<td style="text-align: center;"><i>147,430</i></td>
</tr>
</tbody>
</table>
<br />
Anadolu’ da özellikle <a href="https://gazeteciyazaryusufyavuzblog.wordpress.com/2017/06/03/dogan-her-kiz-cocuguna-bir-zeytinlik-aliniyordu/" target="_blank">Egede doğan her kız çocuğuna bir <b>zeytinlik</b></a> alınırken İtalya’da benzer bir gelenek kız çocuğunun doğduğu sene bağ bozumunda kaynatılan üzüm suyu yıllar boyu fıçılarda saklanıp <b>Balzamik Sirke</b> olarak değerlendiriliyor. Her iki uygulamanın gelirleri kızın evliliğinde kullanılmak üzere bir ekonomik değer üretiyor.<br />
<br />
Birçok toplumda kız çocuklarına değer verilmezken Ege bölgesinde doğan her kız çocuğuna bir zeytinlik alma geleneği uygulanıyor. Zeytin hasadından elde edilen birikim kızlar <b>evlenme çağına </b>geldiğinde ev, eşya ve takı için kullanılırdı. Bu adet günümüze kadar geldi ve devam ediyor. Kızlara ailesinden gelen zeytinlik gelecek nesillere aktarılıyor. Dolayısıyla beşik maneviyatını zeytin ağaçlarını tehlike içine düşürmeyen tersine toplumun değer verdiği açıdan sürdürülebilir hale getirmek hayati önem taşıyor. Eğer birazcık maneviyatımız varsa vekillerimizin bunları düşünüp doğru kararı vereceklerine inanıyoruz.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi6XTai1i2fCIL-Eleh1UbwjfGDK4nABA0wjXcu8QaBeU01QF4LW0jz08VeU7_e34epch29eZFBS1VNuL_BRVV-dzCpGLGRzIUfnRvfBS0E2Nr8B5VRvDoD6KpxwDyvkYM3sNOkgcf7k9Y/s1600/wine-Russin_hasat_festivali.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="542" data-original-width="815" height="424" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi6XTai1i2fCIL-Eleh1UbwjfGDK4nABA0wjXcu8QaBeU01QF4LW0jz08VeU7_e34epch29eZFBS1VNuL_BRVV-dzCpGLGRzIUfnRvfBS0E2Nr8B5VRvDoD6KpxwDyvkYM3sNOkgcf7k9Y/s640/wine-Russin_hasat_festivali.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<b><a href="http://azchorba.blogspot.com.tr/2016/06/balzamik-sirke.html" target="_blank">Balzamik Sirke</a></b><br />
Modena bölgesinde kız çocuğunun doğduğu sene <b>bağ bozumunda</b> şıra ağır ateşte geriye üçte biri kalana kadar kaynatılıyor ve kazandaki üzüm suyu, <b>pekmez</b> kıvamına gelince, farklı ebatlardaki; kestane, kiraz, dut ve meşe gibi farklı ağaçlardan yapılan fıçılara boşaltılıyor. Bu fıçılar kız <b>bebeğin çeyizi</b> olarak yıllar boyu saklanıyor.<br />
Sirkenin depolandığı yatay fıçılar 12 veya 24 sene çoğunlukla evin tavan arasında yıllanıyor, her sene buharlaşma nedeniyle azalan sirke yeni üretilen şıra ilavesi yapılarak tamamlanıyor. Bu uygulama yani yavaş yıllanma, değişik ağaç cinslerinden imal edilmiş fıçılarda farklı aromayla gelişmeye ve alkolün uçmasıyla kıvamı artmaya başlıyor. Yıllar sonra genç kız evlilik çağına geldiği zaman çeyizinde yaşı kadar yıllanmış ve servet değerinde <b>balzamik sirkesi</b> oluyor. Örneğin 150 litre çeyizi olan gelinin evlenirken 75 bin euro bütçesi bulunuyor.<br />
<div>
<br /></div>
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-50918552688369481572016-06-18T09:12:00.000-07:002018-09-20T07:09:58.480-07:00Seyit Ali Çabuk<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjo6TTphJE9xzcyENXA3Pl1U06jQ8-AGTI1KD386ssarjNsluzm8980i-Koxz5qlP2QBj-ijgn8n_MYWAXVjUt3pklQ7ssmFmFN0uqIyZ4CCIsUR86b6ulj2RArGDNRT5yI9-ipkfaDHtA/s1600/canakkale12.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjo6TTphJE9xzcyENXA3Pl1U06jQ8-AGTI1KD386ssarjNsluzm8980i-Koxz5qlP2QBj-ijgn8n_MYWAXVjUt3pklQ7ssmFmFN0uqIyZ4CCIsUR86b6ulj2RArGDNRT5yI9-ipkfaDHtA/s1600/canakkale12.jpg" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Köyünde onu herkes öldü bilmektedir.<br />
Çanakkale’den Havran’daki köyüne kadar 145 kilometreyi 13 günde yayan yürür.<br />
<br />
Geldiğinde evine giremez. Çünkü 9 yılda belki karısı, yeniden evlenmiş olabilir. Akşamdan geldiği evini sabaha kadar göz hapsine alır. Sabah koyunları çıkarmak için gelen bir akrabası ile karşılaşır.<br />
<br />
<i>-Sen kimsin?</i><br />
<i>-Ben Seyidim.</i><br />
<i>-Biz seni öldü biliyoruz.</i><br />
<i>-İşte sağ döndüm. Benim hanım evli mi?</i><br />
<i>-Hayır evli değil. Bir çocuğun var içeride, çocuğu korkutursun. Bağırarak git, haberi olsun.</i><br />
<br />
Kapıdan eşinin ismini seslenir. 8 yaşında bir kız çocuğu kapıya gelir. “Anne” diyor, “kapıda sakallı biri var korktum.” Annesi geliyor kapıya bakıyor ki, adamı. “Korkma kızım o senin baban.”<br />
<br />
Ve 9 yıl sonra kızıyla böyle tanışıyor.<br />
O kız, sonradan nine olduğunda torunlarına, “Baba deyip de bir müddet kucağına oturamazdım” der.<br />
<br />
Kocaseyit namı, Seyit Ali Çabuk tam adı.Çanakkale’de 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayıp İngiliz zırhlısını vuran kahraman.<br />
<br />
1889'da Balıkesir'in Havran ilçesine bağlı bir orman köyü olan Manastır köyünde doğan Seyit Ali, Yörük çocuğudur.<br />
Mavi gözlü ve ufak tefektir.<br />
Gariban Anadolu köylüsü.<br />
Keçi güder arada kaçak odun kömürü yapar satar.<br />
<br />
1909’da askere gider.<br />
1912’de Balkan Savaşı’na katılır.<br />
1914’te Birinci Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde topçu eri olarak bulundu.<br />
<br />
18 Mart1915'te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı'nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Ali, Rumeli Mecidiye Tabyası'nda görevlidir.<br />
(Savaşın en kritik anlarından birinde Queen Elizabeth zırhlısından atılan bir top mermisi Mecidiye Tabyası'na isabet eder. Mecidiye Tabyası'nın pozisyonu çok kritiktir. Boğazdan geçen düşman savaş gemilerini vurmak üzere oradadır. Ve hedef alınan tabyada geriye sadece iki er ve tabya komutanı kalmıştır. Bu erlerden bir tanesi Seyit Ali Çabuk'tur.<br />
<br />
Seyit, 276 kiloluk bir mermiyi, mataforası yani vinci bozuk olan topçu bataryasına tek başına sırtlayarak yerleştirmeyi başarır.<br />
Ve Ocean gemisini dümen sisteminden vurmayı başarır. Ocean daha sonra sürüklenir ve Nusrat’ın döşediği mayınlardan birine çarparak batar.<br />
<br />
Bu başarısından ötürü onbaşı rütbesine yükseltilmiş bir de ödül olarak çift tayın verilmiş.<br />
O da bir hafta sonra kursağından geçmeyince istememiş.<br />
Seyit Ali, 1909'da gittiği askerden, 1918'de onbaşı olarak döner.<br />
1915’teki zaferden sonra 3 yıl daha Çanakkale’de askerliğe devam eder.<br />
1918’de terhis olur.<br />
<b><br /></b>
<b>Bir tek Atatürk hatırlar</b><br />
Kocaseyit, harpten döndükten sonra burada köyünde kimseye savaş ile ilgili bir şey anlatmaz. 9 yılda yaşadıklarını kendine saklar. Kolay değil, yaşanan olaylar, büyük travmalar yaratmıştır muhtemelen. 1929’da Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bir açılış için Havran'a gelir. Açılıştan sonra Havran Nahiye Müdürü’ne der ki, “Burada bir Seyit Onbaşı olacaktı onu görmem lazım.”<br />
<br />
Ancak Havran Nahiye Müdürü, Seyit Onbaşı’nın hangi köyde olduğunu bilmez. “Buluruz tabii Paşam” deyip, Edremit askerlik şubesinden Seyit’i sordurur. Manastır köyünde bulunur. Şubeden 2 jandarma görevlendirilip salınır. Sabah çıkan jandarmalar akşamüstü köye gelir. Kocaseyit, dağa kömüre gitmiştir. Jandarmalar evinin önünde akşama dek bekler. Akşam geç saatte evine gelen Seyit, jandarmayı görünce, kaçak kömür için geldiklerini sanır. Ama bozuntuya vermez. Askerlere “suçum ne ki” diye sorar. “Hayır, suçun yok biz seni bekliyoruz. Seni Paşa çağırıyor.” Seyit, sevinir.<br />
<br />
Gece yarısı vardıklarında nahiye müdürü, Seyit’i perişan vaziyette görünce, önce onu bir güzel yıkatır, berberde saç sakal traşı yaptırır. Sabah da elbisesini verir. Atatürk’ün yanına çıktığında, biraz sohbetten sonra Paşa ‘ne istersen, iste sen büyük kahramanlık yaptın’ der.<br />
<br />
Maaş bağlatılmasını teklif eder. Seyit Ali, “Hayır paşam" demiş, "biz görevimizi yaptık maaş için değil” der. Tek bir isteği olur Atatürk’ten, “Ben dağda kaçak odunla kömür imal ediyorum. Havran ve Edremit'te gece kaçak satıyorum. Senin emrinle o dağdaki ormancılar baltamı almasa. Rahat çalışsam, maaş da istemem”<br />
<br />
Atatürk, nahiye müdürüne talimat verir, Seyit’e dokunulmasın diye.<br />
Ancak iki yıl sonra yeni gelen nahiye müdürü bu emri uygulamaz, Seyit’e pek rahat verilmez.<br />
Seyit Ali Onbaşı, bir süre daha dağda odun kömürü yapar.<br />
Yaşlanmaya başlayınca zorlanır, Havran’da bir fabrikada hamallığa başlar.<br />
Seyit Ali Çabuk, 1939'da 50 yaşındayken, zatürreye yakalanır ve yaşamını yitirir.<br />
Köyündeki mezara gömülür.<br />
Kocaseyit'in köyü, hala yoksul...<br />
<br />
Yüze yakın torununun yaşadığı Kocaseyit Köyü (köyün adı sonradan Çamlık, 1990’da da Kocaseyit olmuştur), büyük oranda elektriksiz ve susuz.<br />
<br />
TSK bir dönem köye de sahip çıkmış, Kocaseyit Anıtı da yaptırmış ama Ergenekon, Balyoz darbeleri sonrası onun da eli çekilmiş.Güneydoğu’dakilerden farksız köylü topraksız, koyun keçi güdüyor, ovaya yevmiyeye gidiyor.<br />
Aynı dedeleri Kocaseyit gibi.<br />
<br />
Kocaseyit’in öyküsü, bir yerde Türkiye’nin tüm kahramanlarının öyküsüdür.<br />
<div>
<br /></div>
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-80560980537885510252016-01-16T15:26:00.002-08:002017-10-15T10:45:15.064-07:00Kırım’dan Dobruca’ya <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj4D1HewDiFNW7Fl24t_6ecb9AI2RBXKi0ifkBgrUF78vnQQGSVbywg1F4Kvm6rIbIZpegdpOBNlzoutoZ75nwvYwYqySEqZ1jhwcF7r9WWRhc4tfmY7JZy3GsPOuYdgbflNw0MDJAAPn4/s1600/balkanika.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="164" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj4D1HewDiFNW7Fl24t_6ecb9AI2RBXKi0ifkBgrUF78vnQQGSVbywg1F4Kvm6rIbIZpegdpOBNlzoutoZ75nwvYwYqySEqZ1jhwcF7r9WWRhc4tfmY7JZy3GsPOuYdgbflNw0MDJAAPn4/s640/balkanika.jpg" width="640" /></a></div>
<i><br /></i>
<i><br /></i><br />
<i><br /></i>
<i><br /></i>
<i><br /></i><i>Rus istilâsı sonrasında baskılara maruz kalan pek çok Kırım Tatarı çareyi Aktopraklar adını verdikleri Osmanlı topraklarına göç etmekte aradılar. Bir kısmı doğrudan Anadolu’ya yönelirken bir kısmı da Kırım’a yakın olduğundan Karadeniz’in batı sahillerindeki Dobruca bölgesine sığındılar. Savaşlar ve imparatorluğun Balkanlardan çekilmek zorunda kalması sonrasında Kırım Tatarları için yeni bir göç macerası başladı. Dönem dönem Türkiye’ye göç edip geldiler. Kendilerine “Bulgaristan muhaciri” dense de köklerinden, Kırım’dan, ruhlarını hiç koparmadılar. Kırım’da doğup büyümedikleri, o toprakları hiç görmedikleri halde manevi bağları hep devam etti. Bu göçmenlerden biri olan Faik Özkan’ın hayat hikayesini kendi kaleminden aktarıyoruz.</i><br />
<div>
<div class="MsoNormal" style="margin-top: 6pt;">
<br />
Ben İbrahim Kerim Ablay oğlu Faik Özkan. 1920’de o zamanın Romanya’sının Hacıoğlu Pazarcık vilayeti, Balçık kazası, Mumçul köyünde doğdum. <br />
<br />
1842 doğumlu Abdülkerim adlı dedemin babası, 1800 doğumlu Ablay, babası Kırım’da vefat ettikten sonra, 1812 yılında henüz 12 yaşındayken, Kırım’ın Bahçesaray mevkiinden annesi ve komşuları ile ayrılıp, Karadeniz kıyısında olan Hacıoğlu Pazarcık vilayeti, Balçık kazası, Mumçul köyüne yerleşmişler. O zamanlar bu vilayetin olduğu yerler Osmanlı toprağıymış. <br />
<br />
Babam İbrahim Kerim Ablay 1888 yılında Mumçul köyünde doğmuş ve 1919’da Balçık kazasından Celal kızı Cevriye ile evlenmiş; iki oğlu, iki kızı, 4 çocukları olmuş. En büyükleri olan ben 1920 yılında dünyaya gelmişim. 1928 yılında Mumçul köyünde ilkokula başladım. Sabah Romence, öğleden sonra Türkçe olarak okudum. 1932 yılında ilkokulu bitirdim. 1933 yılında trikotaj zanaatını öğrenmek için Hacıoğlu Pazarcık vilayetine bir Bulgar ustasının yanına gittim. 1936 senesinde bir trikotaj makinası alarak mesleğime başladım. <br />
<br />
1940 yılının Mayıs ayında 2. Dünya savaşında Hacıoğlu Pazarcık ve Kapıkaliakra vilayetleri Bulgaristan topraklarına katıldı. 1940 yılının Haziran ayında Romen askeri olmam gerekirken Bulgar askeri oldum. Bulgaristan hükümeti yabancı uyrukluları silah altına almazdı. Yabancı uyruklulara bir işte çalıştırmak suretiyle askerlik yaptırırdı; ben de bir at arabası atelyesinde çalışarak askerliğimi tamamladım. O yıllarda Bulgaristan’da herşey vesika ile alınırdı. Örneğin, buğdayı un yapmak için hanedeki kişi sayısına göre vesika verirlerdi. Köyümüz 50-60 hane ve 2 hanesi Bulgar idi. Köy muhtarı resmi memur olarak atanırdı. <br />
<br />
Bulgaristan’da diploması olamayanların dükkan açma hakları yoktu. 1942 Aralık ayında meslek diploması almak için müracaat ettim, 1943 Şubat ayında sınava çağırıldım, sınava 16 Bulgar bayanla tek erkek ben girdik. Sınav yazılı idi. Ben Bulgarca yazamam (Romanya’da okuduğum için) diye kağıdımı boş verdim. Daha sonra pratik sınav için iş kurası çektik ve ben işimi yaparak teslim ettim; çok iyi bir puan aldım. En son olarak, mülakata girdik. İlk 2 soruyu doğru cevapladım. 3. soru olarak: ‘Dükkanı açtın, ilk ne yapacaksın?’ diye sordular. Ben de temizlik yapacağım dedim ve ekledim: <br />
<br />
‘Süpürürken çöpü kapıdan içeri doğru dükkanın ortasında toplayacağım ve oradan alıp atacağım.’ <br />
<br />
Tabii ki manasını açıklamamı istediler. Bizim bildiğimiz kapıdan içeri süpürmek, müşteriyi içeri çağırmaktır dedim. Eğer dükkanı dışarı doğru süpürürsem bu müşteriyi kovmaktır diye ekledim. Bunun sonucunda bana aferin dediler. İki Bulgar kız ile beraber üç kişi sınavı kazandık. <br />
<br />
Bulgaristan’a 1944 yılının Eylül ayında komünizim rejiminin gelmesi ile zor günler başladı Türkiye’ye göç kararı aldık. Komünizm hükümeti köyümüzde 5 kişilik O.F komitesi kurulmasını istedi, bu komitede ben de yer aldım. Ben hem bu komitede köy işlerinde çalışıyordum hem de pek çok kişi gibi Türkiye’ye gitmenin yollarını araştırıyordum, uğraşlarımın sonunda pasaportumu aldım ve Sofya’da avukatla beraber Bulgar dışişleri müsteşarlığına kadar çıktım, mesleğimi belirterek tezgâhımı Türkiye’ye götürmek istediğimi söyledim. Olumlu cevap alamadım. Satamadığım için de bırakmak zorunda kaldım. Bu arada, 1951 yılının Ocak ayının beşinde, Bulgaristan’dan çıkış vizemi aldım. Edirne göçmen misafirhanesine yerleştik, 10 gün misafirhanede kaldık. Elimizde Bulgar parası vardı. Paramızı ne banka aldı ne de şahıslar. Paralarımı zarfa koydum Bulgaristan’daki akrabalarıma gönderdim. <br />
<br />
1951 yılının Ocak ayının 20’sinde Ankara’nın Polatlı ilçesinin Yenidoğan köyüne barınmak için yerleştim, iş ararken Ocak ve Şubat aylarında köy bakkalından borç olarak şeker aldım, evde pişmaniye yaparak akşamları gençler kahvesinde pişmaniye sattım. Bu köyden demir yolu geçtiği için demiryollarına başvurdum. Mart ayının başında demiryollarında işçi olarak çalışmaya başladım. Mart ayının sonunda 78 lira maaş aldım. <br />
<br />
Bir gün kısım şefi beni yanına çağırdı “çavuşun senden çok memnun, gel seni Ankara atelyesine alalım” dedi. Ben de bu işte kalıcı olmadığımı mesleğimi yapmak istediğimi söyledim. 10 ay demiryolunda çalışarak biraz para biriktirdim ve bir trikotaj makinesi almak için İstanbul’a benimle aynı işi yapan bir arkadaşımın yanına gittim. Arkadaşımla birlikte aradığım tezgahı 2. gün buldum, ama param yetişmedi. Pazarlığı yaptım. Arkadaşım da beni “bu göçmenler çok çalışkandır” diye övdü. 1400 liralık tezgâhı ayda 100 lira ödemek koşulu ile taksitle aldım ve Polatlı’ya geldim bir ev kiralıyarak tezgâhı kurdum. Eşim de bu mesleği bildiği için demiryolunda 4 ay daha çalıştıktan sonra işi bıraktım ve evde çalışmaya başladım. <br />
<br />
1953 yılının Nisan ayında Polatlı belediyesi Cumhuriyet mahallesinde hane başına 150 m2 arsa verdi, hükümet de hane başına 1500 lira inşaat yardımı yaptı. Bu para ile evimi kendim yaptım, içine girdim. Mesleğimi evimde yapmaya devam ettim. 1954 yılında belediye göçmenlerin oturduğu yeri Cumhuriyet mahallesinden ayırdı Yeni Mahalle adını verdi. Muhtar seçimleri yapıldı. Ben aday olmadığım halde sandıktan en çok oy benim adıma çıktı. Ben doğru kaymakama gittim muhtar olmak istemediğimi söyledim. Kaymakam beni muhtar olmaya ikna etti ve 6 yıl muhtarlık yaptım. Muhtarlığım sırasında Hürriyet gazetesinde bir trikotaj makinesinin satılık ilânını gördüm. İlân İsviçre’deki bir fabrikanındı. Kupürü kestim ve Ziraat Bankası müdürünün yanına gittim. “Müdürüm, ben göçmenim. Bu ilândaki tezgâhı almak istiyorum” dedim. Müdür araştırmak için bana sen 2 gün sonra gel dedi ve gittim. Tezgâhı 2 kefille sipariş verererek bir buçuk ay sonra teslim aldım. Bir dükkan kiralayarak çalışmaya başladım. <br />
<br />
Bu arada cebimde 75 lira biriktirerek İstanbul’a örgü ipliği almaya gittim. İplik ticareti yahudilerin elinde. Bir kaç depo dolaştım, depoların birinden iplik seçmeye başladım. Seçtiklerim kantara konuluyordu. Baktım ki çok seçmişim, “fazla geldi, şunları çıkaralım” dedim. Yahudi “kantara konan çıkmaz” dedi. Ben “dalmışım cebimdeki paraya göre alacaktım” dedim ama dinlemedi. Adresi aldı. “Paketleyin, yollayın” dedi. Ben tedirginim, kefil falan isterse tanıdığım yok, yeni gelmişim Bulgaristan’dan. Biz ofise gittik hesap çıkarmak için. 4560 lira hesap çıktı, 60 lira çıkararak verdim “kalanını nasıl ödersin?” dedi. Ben de “ayda 300 lira öderim” dedim. İlk ödeme tarihini 3 ay sonraya yaptı, kalanını aylara böldü. Kefil falan istemedi. Senetleri imzalattı. <br />
<br />
Ben döndüm ve çalışmaya başladım. Yanıma 2 işçi kız aldım. İşçileri akşam saat 5’te gönderiyordum. Ben ise gece 2’ye kadar çalışıyordum. Siparişleri yine de yetiştiremiyordum. Bir buçuk ay sonra benim borcum kadar para birikti. Parayı cebime koydum, İstanbul’a gitim, “Yahudiye benim senetlerimi çıkar, parayı ödeyeceğim” dedim. Yahudi şaşırdı, “iplik almayacakmısın?” dedi. Alacağımı söyledim. “Hadi depoya gidelim” dedi. Tekrar iplik aldım ve hesabını yaptı 4500 lirayı ödedim. Bu hesaptan kalan kısmını önceki senetlerin tarihinden sonraya attı. Bana bir katalog verdiler “sen burdan renkleri seçerek telefonla bildir. Biz göndeririz. Sen gelme” dediler. Sonraki siparişleri katalogtan seçerek verdim. Bir tezgâh daha aldım, daha büyük bir dükkana taşındım ve yavaş yavaş işi büyütmeye başladım. Tam teşkilatlı trikotaj atelyesini kurmuştum, yanımda 25-30 işçi çalışıyordu. O yıllarda düğme bile makina ile dikiliyordu. <br />
<br />
1957 yılında ek iş olarak zahireciliğe başlamıştım, bir un fabrikası ile anlaştım. Devamlı buğday alıp gönderiyordum. Bu arada köylerden tarla kiralayarak çifçilik ve dana besiciliği de yaptım. 1978 yılında bir hastalığa yakalandım tedavi olurken trikotaj atelyesini kapatmaya, işimi hazır giyim ve konfeksiyonculuk olarak devam ettirmeye karar verdim. <br />
<br />
2 erkek 2 kız olmak üzere dört çocuğa sahibim, 2 oğlum da makine mühendisi. Büyük oğlum masterini İngiltere’de yaptı, küçük oğlum benim işimi devem ettiriyor. Kızlarım da üniversiteyi bitirdiler; biri fizik diğeri matematik öğretmeni oldu. Ben 1980 yılında Bağkur’dan emekli oldum, kira gelirlerim ve emekli gelirimle geçinip gidiyorum. Çok sevdiğim eşimi 2002’de kaybettim. Küçük oğlumla aynı binada oturuyorum onlarla birlikte yaşamımı sürdürüyorum.<span style="font-family: "tahoma"; font-size: xx-small; line-height: 150%;"><span lang="EN-US" style="font-family: "tahoma" , sans-serif; font-size: 9.0pt; line-height: 150%;"> </span></span><span style="font-family: "tahoma"; font-size: xx-small; line-height: 150%;"><span lang="EN-US" style="font-family: "tahoma" , sans-serif; font-size: 9.0pt; line-height: 150%;"><o:p></o:p></span></span></div>
<u1:p></u1:p></div>
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-66648058220624365392015-12-08T10:10:00.001-08:002016-12-21T22:44:43.098-08:009 Aralık 1917<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhzUTlqsdFviivyvHp2aumWfuFGqUyRZUMN2gXGKig8Jb9SFxtRod0_CR3NjWGSA3SrgE7rpOqswrtFJEdHv7OdQTUHZKLsP51ynI8WSfoBReSn_V2Fb5tgTIuxdiEakcBfkxQUwTbTbww/s1600/mescidi-aksa.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhzUTlqsdFviivyvHp2aumWfuFGqUyRZUMN2gXGKig8Jb9SFxtRod0_CR3NjWGSA3SrgE7rpOqswrtFJEdHv7OdQTUHZKLsP51ynI8WSfoBReSn_V2Fb5tgTIuxdiEakcBfkxQUwTbTbww/s640/mescidi-aksa.jpg" width="640" /></a></div>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b><b>Osmanlı ordusu Kudüs'ten çekilirken (9 Aralık 1917) Mescid-i Aksa'yı koruması için nöbetçi bırakılan Onbaşı Hasan'ın yürekleri titreten öyküsü</b><br />
<br />
Tam 57 yıl nöbetine sâdık kalan Osmanlı askerini, merhum tarihçimiz İlhan Bardakçı 1972 yılının 12 Mayıs günü Mescid-i Aksa'nın merdivenlerinde görür ve yıllar sonra bu inanılmaz karşılaşmayı kaleme alır. Sayesinde haberdar olduğumuz canlı tarih âbidesini şöyle dile getirir rahmetli tarihçimiz:<br />
<br />
Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.<br />
Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa'nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize yani… Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu" derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan… O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.<br />
<br />
Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi… Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte.<br />
<br />
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes m? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.<br />
<br />
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam” dedim. Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”<br />
<br />
Kan mı çekti nedir. Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba” dedim.<br />
<br />
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:<br />
<br />
- “Aleykümüsselâm oğul…<br />
<br />
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm…<br />
<br />
- “Kimsin sen, baba” dedim.<br />
<br />
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.<br />
<br />
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.<br />
<br />
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.<br />
<br />
- “Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden…”<br />
<br />
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:<br />
<br />
- “Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım”<br />
<br />
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi…<br />
<br />
Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:<br />
<br />
- “Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?”<br />
<br />
- Elbette, dedim, buyur hele…<br />
<br />
Konuştu:<br />
<br />
- “Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse… Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki…<br />
<br />
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:<br />
<br />
- O'na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım dedi, dersin…”<br />
<br />
Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.Yıllar SonraMerhum İlhan Bardakçı bu hatırasını, TV'de anlattığında zamanın genelkurmay başkanı onu arar ve bu aziz askeri bulmak için aracı olmasını ister. Bardakçı sonra şunları yazar: Hasan Onbaşı bizdendi… O halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki, bulalım. Bulunamazdı zaten. O ki, göklere baş vermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk…<br />
<br />
<i>İlhan Bardakçı' dan alınmıştır.</i>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-5136887036899251022015-09-19T14:00:00.001-07:002022-09-18T01:36:26.235-07:00Ben giderken Selanik<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglxMafFcjhnvr2rfJ-1gnYrTDtZdX-8KrGBy6hhVfh4OU8s_Lyxhgy2NG-w1QYgqZmExUIZe2ntSFERewcxTUq1dZa1GiwOYSjVanKOoBOaekSLMdiZfmvpJjdFc1rahtF1jJln6tIRp8/s1600/selanik-sunset.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="395" data-original-width="692" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglxMafFcjhnvr2rfJ-1gnYrTDtZdX-8KrGBy6hhVfh4OU8s_Lyxhgy2NG-w1QYgqZmExUIZe2ntSFERewcxTUq1dZa1GiwOYSjVanKOoBOaekSLMdiZfmvpJjdFc1rahtF1jJln6tIRp8/s1600/selanik-sunset.jpg" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Bugün Thessaloniki ismiyle anılan şehir Osmanlı coğrafyacılarınca <b>İstanbul’un bir parçası</b>, Museviler tarafından <b>Şehirlerin Anası</b> diye tanımlanır. 1912’ ye kadar çeşitli ve çok kültürlü nüfusu ile kozmopolit bir özellik göstermiş, 19. yüzyılda Tuna üzerindeki Rusçuk ile birlikte imparatorluğun en modern şehri olmuştur. Burası ayrıca Jön Türk hareketinin beşiği ve Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurucusu <b>Mustafa Kemal Atatürk</b>’ün evini de bulunduran güzel bir Ege şehridir.<br />
<br />
<b>Hiç Selanik' i benden dinlediniz mi?</b><br />
<br />
Ben giderken akşam oluyordu Selanik'te<br />
Dalgalar vuruyordu sahildeki taşlara<br />
Martılar uçuyordu gökyüzünde sessizce<br />
İnsanların yorgun gölgeleri vuruyordu çadırlara,<br />
Güneş çoktan gitmiş ay çıkıyordu<br />
Akşamın karanlığı düşüyordu Selanik'e,<br />
Arabaları çeken atların nalın sesleri<br />
Çadırlara çarpıp geri dönüyordu.<br />
Geminin bacasından çıkan kara dumanda<br />
Bir mazi kayboluyordu, kocaman bir mazi,<br />
Elveda Rumeli derken gözlerimden<br />
Ben giderken Balkan Savaşları bitmiş,<br />
Osmanlı çoktan bu Coğrafya'dan gitmiş.<br />
Dil, bayrak değişmiş, beyaz kule vaftiz edilmişti.<br />
Ben giderken mevsim bahara dönmüş,<br />
Göçmen kuşlar çoktan gelmiş, sardunyalar açmıştı<br />
Ben giderken mevsim bahara dönmüştü ama<br />
Benim Sonbahar' ımdı Selanik'te…<br />
<br />
<b>Selanik' im Ben!</b><br />
<br />
Osmanlı İmparatorluğu‘ nun ikinci büyük kenti<br />
Mustafa Kemal’in doğum yeri, serhat şehri<br />
I.Murad'ın kuşatıp alamadığı, Yıldırım’ ın fethettiği.<br />
Ankara savaşından sonra Bizans’ a terk edilen,<br />
1430’da II.Murad’ın Venedik’ ten geri aldığı,<br />
1912 Balkan savaşında tek kurşun atılmadan<br />
Rum’ a terk ettiği Selanik' im ben.<br />
Beyaz kulesi vaftiz edilen, Hortacı camii kilise, Alaca imareti, Bey hamamı, mevlevihaneleriyle..<br />
Yaşayan Türk, Rum, Yahudi ve Pomağıyla,<br />
1917 yangınında yanan kül olan Selaniğim...<br />
Yedi kulesi, Hamza Bey camii, Alatini köşkü,<br />
Lüle lüle akar içimden Vardar nehri,<br />
Ege denizi kıyısında bir inciyim<br />
Saltanatın güzel şehri, yeşil gözlü, yadigâr-ı Selanik' im ben..<br />
<br />
<b>Şehirler, Benim Adım Selanik!</b><br />
<br />
Şehirler vardır tarihe tanıklık etmiş. ..<br />
Ülkelerin kaderinde, insanların gönüllerinde<br />
Derin izler bırakıp, hafızalara kazınmış şehirler ...<br />
İçinde Müslümanı, Yahudisi ve Urumu,<br />
Her sokağında ayrı dili, ayrı renkleri, sesleri<br />
Farklı farklı giyimleri yaşamış, barınmış,<br />
Onlarla nefes alıp, nefes vermiş şehirler...<br />
Günün her saatinde bağrındaki<br />
Cami, Kilise ve Havralardan<br />
Semaya ezanlar, dualar yükselmiş<br />
Gelenleri, gidenleri görmüş, yanmış, yakılmış,<br />
Yıkılmış minareleri, terk edilmiş, camilerin<br />
Kimi müzeye, kimi kiliseye çevrilen,<br />
Acı çeken, göz yaşı döken, ah edilen şehirler..<br />
Benim adım Selanik; Yaşım iki bini çoktan geçti<br />
Neler gördü bu yeşil gözlerim neler!<br />
Büyük İskender' in ordularını, Roma' yı, Venedik' i, Bizans' ı, Osmanlı' yı gördüm bu toprakda!...<br />
Tahsin paşanın bir imzada Rum'a verişini seyrettim<br />
Çeteleri, ölümleri, gelenleri, gidenleri gördüm.<br />
Türk'ün ahını işitti yaşlı kulaklarım,<br />
Çalan davulları, kaynayan kazanları<br />
Bağrıma kazılan mezarları, ağlayan insanları gördüm...<br />
Beyaz kulenin vaftiz edilişini gördüm, ağladım..<br />
Osmanlı'nın gidişini, Mübadele' yi yaşadım..<br />
Küf koktum günlerce, dünyadaki mahşeri gördüm<br />
Gülcemal' in güvertesindeki insanlarla ağladım,<br />
Vedalarına tanıklık ettim, arkalarından<br />
Son bir kez el salladım, ayrılığı yaşadım..<br />
Benim adım Selanik;<br />
Biçare insanları gördüm, sokaklarımda, Anadolu'dan gelen Rumları,<br />
Anadolu'ya giden Türkleri gördüm. ..<br />
Gördüm her şeyi görmesine de birde,<br />
Türkiye'nin üzerine bir güneş gibi doğan<br />
Mustafa Kemal Atatürk' ü gördüm!<br />
<i><br /></i>
<i>Zafer Özkaynak</i><div><i><br /></i></div><div><a href="https://open.spotify.com/episode/37u3Y0jJJqvY2ikFaYVO8Q?si=QZyYbow6S86vT1P4d0zcaA" target="_blank">Tarihin öeki yüzü</a></div>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-68634857193047198852015-08-07T10:55:00.000-07:002016-12-23T01:25:31.104-08:00istanbul efsanelerinden<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUWAiWR3AngT0ASUULQg6ADkwAMimZXe5yHn__ebfog28m0dJBKv_-5OEqOQoTiFZfAOp_ETNGdPhaG7zYhrhx5UUEJgJGumr0Fdh7KhnrATFHuPNyqQnV-0CKxpVOTYbwZ3HR3EA-qTA/s1600/Constantinople.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="460" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUWAiWR3AngT0ASUULQg6ADkwAMimZXe5yHn__ebfog28m0dJBKv_-5OEqOQoTiFZfAOp_ETNGdPhaG7zYhrhx5UUEJgJGumr0Fdh7KhnrATFHuPNyqQnV-0CKxpVOTYbwZ3HR3EA-qTA/s640/Constantinople.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<blockquote class="tr_bq">
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">MÖ 356 - 323 yılları arasında yaşayan zekası, bilgisi ve gücüyle dünyanın en büyük komutanlarından biri olan Makedonyalı Büyük İskender halk arasında efsanevi bir kişiliğe büründürülmüş, iki kıtayı birbirine bağlayan İstanbul Boğazının oluşumu bile halk muhalliyesinde Büyük İskender'e bağlanmıştır.</span></blockquote>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">İstanbul'un üçüncü kere bina ve imar eden Makedonya kralı Büyük İskender'dir. İskender cihana baş eğdirdiği halde bugün kü Yunanistan kıyılarında yer alan Halkedonya ile Smirna'nın (İzmir) sahibi Kıdafe (Khadafia) kendisine baş eğmemişti. İzmir'deki kale harabesi ona nispet edilerek hala Kadife Kale diye anılır. İskender Kıdafe'yi merak ederek kılığını değiştirip yakından görmek maksadıyla divana vardıysa da, tanınarak yakalanmış ve hapsedilmiştir.</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Kıdafe onu bir müddet mahpus tuttuktan sonra bir daha kendisine kılıç çekmeyeceğine yemin ettirilerek serbest bırakıldı. İskender, daha sonra Kıdafe'den intikam almak istediyse de yemini buna mani oluyordu. Nihayet onunla birlikte bulunan Hızır kendisine bir akıl öğretti.</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">O zamanlar boğaz henüz mevcut değildi. Karadeniz'in yüksekliği ise Marmara ve Akdeniz'den fazlaydı. İskender hemen yedi yüz bin kişi toplayıp askerlerini de bunlara katarak Boğazı kazdırdı. Karadeniz'den hücum eden sular Sarayburnu'nda kurulmuş olan şehirle Halkedonya'yı ve Kıdafe'ye tabi yedi yüz şehri mahvedip halkını ve askerlerini boğdu.Sular yatıştıktan sonra İskender İstanbul'u yeniden kurdu. Nitekim Septe Boğazı'nı açıp Akdeniz'le Okyanus'u birleştiren de İskender'dir.</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-76245887207666663972012-05-23T08:39:00.000-07:002019-07-08T08:40:12.316-07:00Egribucak beldesi<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh6LP1QL9CCdla-4NbwhGZJrIp7-Dz2MmUH8AGr3GiPf31T7KEWBKKTu5kFmHEdQp0WZgroiyINkyLMNLJtSIdg0PljYUUsoE03l_y4EGqSLnF8wKMNjdoMLX5kk4K66yGl_syzGHFRDDs/s1600/mubadele-9.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="344" data-original-width="600" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh6LP1QL9CCdla-4NbwhGZJrIp7-Dz2MmUH8AGr3GiPf31T7KEWBKKTu5kFmHEdQp0WZgroiyINkyLMNLJtSIdg0PljYUUsoE03l_y4EGqSLnF8wKMNjdoMLX5kk4K66yGl_syzGHFRDDs/s1600/mubadele-9.jpg" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Doluköy (Malkara, Tekirdağ)<br />
<br />
Adım Sefer Güvenç. 23 Nisan 1945 tarihinde Doluköy’de doğdum. Babam Süleyman Güvenç, 1898 yılında Selanik Vilayetinin Langaza (Langadas) Kazasına bağlı Eğribucak (Nea Apollonia) Beldesinde doğmuş.<br />
<br />
Annem Arzu Güvenç, 1912 yılında Langaza kazası Zalver (Zangliveri) nahiyesine bağlı Kızıllı (Partheni) köyünde doğmuş. Babam 24, annem ise 12 yaşında 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan mübadele (zorunlu göç) sözleşmesine göre Türkiye’ye göç ettirilmişler. Babamın tarafı Malkara’ya bağlı Dolu köyüne, Annemin tarafı ise Malkara’ya bağlı Deveci köyüne iskan edilmişler.<br />
<br />
Mübadeleden önce baba tarafım; çiftçilik, hayvancılık ve Beşik Gölünde (Limni Volvi) balıkçılık yaparak yaşamlarını sürdürmüşler. Annemin babası ise köyün imamı imiş. Dini görevlerinin dışında küçük çapta da olsa çiftçilik ve hayvancılık da yapıyorlarmış.<br />
<br />
Onların yaşamında 1912 Balkan Savaşı bir kırılma noktası olmuş. Babamın babası Balkan Savaşı sırasında askere alınmış. Yanya cephesine gönderilmiş. Savaştan geri dönmemiş. Annemin annesinin erkek kardeşleri de Balkan Savaşı sırasında askere alınmış ve bir daha geri dönmemişler.<br />
<br />
Balkan Savaşının sürdüğü günlerde/yıllarda; özellikle de Osmanlı ordusunun yenilgisinden sonra tedirginlik ve korku dolu günler yaşamışlar. Babamın anlatımına göre civardaki köylerde yaşayan yerli Rum gençler Eğribucak köyüne baskın yapmaya teşebbüs etmişler. Fakat bu baskın yaşlı yerli Rumlar tarafından engellenmiş. Yine babamın anlatımına göre Allah da onlara yardımcı olmuş! Baskına teşebbüs edildiği gün ağaçları kökünden sökecek kadar şiddetli bir fırtına çıkmış ve sağanak yağışlar olmuş. Bu tabiat olayı da eylemin yapılmasını engelleyen önemli bir etken olmuş.<br />
<br />
Yunan hükümeti bölgenin yönetimini Osmanlılardan devir alınca Eğribucak’ta düzen yeniden kurulmuş. Yunan jandarmaları köye yerleşmiş ve düzeni sağlamışlar.<br />
<br />
1913-1922 yılları arasında hiçbir sorun yaşanmamış. Balkan Savaşı öncesindeki gibi normal yaşamlarına devam etmişler.<br />
<br />
1922 yılının sonlarında Nea Apollania bölgesinde önemli gelişmeler olmuş. Köylerine Türk-Yunan Savaşı sonrası Anadolu’yu terk eden Rum Ortodoks mülteciler yerleştirilmiş. Bir yıl kadar Anadolu’dan gelen Rum Ortodoks mültecilerle birlikte aynı evi paylaşmışlar. Ya da Müslüman evlerinin bir kısmı boşaltılarak gelenlere tahsis edilmiş. Hayvanlarını, tarlalarını gelenlerle paylaşmışlar. Hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar açısından belirsiz bir bekleyiş varmış.<br />
<br />
Anadolu’dan gelen Rum Ortodoks mültecilerin bir kısmının ana dili Türkçe olduğu için iletişim konusunda bir sıkıntı yaşanmamış. Eğribucak ve civarına yerleştirilen Rum Ortodoks mültecilerin büyük çoğunluğu Karabiga’nın Aksaz, Dermencik köylerinden. Gölcük’ten, Kula’dan gelenler de var. Gelenler yaşadıkları felaketi annemin annesine (Feride/Ferde Nine) anlatırken annemde hatırında kaldığı kadarıyla bizlere nakletti. Gelenler kaçarak geldikleri için kadınlar ziynet eşyaları dahil her şeylerini bırakarak gelmişler.<br />
<br />
1922 yılının Kasım ayında İsviçre’nin Lozan kentinde barış görüşmeleri başladı. Barış görüşmeleri başladığında ele alınan ilk konulardan bir tanesi her iki devletin elinde bulunan savaş esirlerinin, sivil tutsakların değişimi ve Yunanistan’da yerleşik Yunan uyruklu Müslümanlarla Türkiye’de yerleşik Türk uyruklu Rum Ortodoksların mübadelesi oldu.<br />
<br />
Lozan’da devam eden Barış görüşmelerine gazeteler günü gününe yer veriyordu. Halk arasında mübadele konusu sıklıkla konuşulur olmuştu.<br />
<br />
30 Ocak 1923 tarihinde mübadele sözleşmesi imzalanınca tarafsız bir üyenin başkanlığında Türk ve Yunan temsilcilerinin katılımı ile bir karma komisyon kuruldu. Bu karma komisyon’a bağlı olarak oluşturulan alt komisyonlardan bir tanesi köylerine gelince mübadelenin kesin olarak uygulanacağına inandılar. Annemin anlatımına göre köylerine gelen komisyonun Yunan temsilcisi iki katlı evlerinin bir katına yerleşmiş. Müslümanlara ait taşınır ve taşınmaz malların, hayvanların tespitini yapmışlar. Hayvanlara (koyun, keçi, inek, öküz,at, vb.) damga vurmuşlar. Annem bu olaya “Pitakşi yaptılar” diyordu. Yani; mallarının bir kısmını müsadere etmişler (el koymuşlar/zor alım) ve Türkiye’den gelen Rumlara vermişler.<br />
<br />
Bazıları hayvanlarını komisyondan kaçırarak ucuz fiyatla yerli Rumlara satmayı başarmış. Annemin anlatımına göre sahip oldukları 15 kadar koyunu yerli bir Rum’a satmışlar; ama paralarını alamamışlar.<br />
<br />
Annemlerin yaşadıkları köy (Kızıllı/Partheni) küçük bir köymüş. Civardaki yerli Rum köylerinden bir saldırı olmasından korktukları için kendilerini koruması için iki tane yerli Rum’u ücret karşılığı koruma olarak tutmuşlar. Bir süre böyle yaşadıktan sonra daha güvende olabileceklerini düşündükleri Zalver’e (Zangliveri) göç etmişler. Mübadeleye kadar Zalver’de yaşamışlar.<br />
<br />
Gerek babamlar gerekse annemler 1923 yılının sonlarında Türkiye’ye göç etmek üzere hayvan sırtında veya yerli Rumlardan kiraladıkları öküz arabaları ile Selanik limanına gelmişler. Selanik limanının civarında kurulan çadırlarda sevk sırasının kendilerine gelmesi için bir aya yakın beklemişler. Köylerinde ambarlarındaki ekinleri, her türlü ev eşyalarını ve tarım aletlerini bırakmışlar. Yanlarına sadece ihtiyaç duydukları eşyaları alabilmişler. Mübadele sözleşmesine göre ev veya tarlalarını satmaları yasaktı. Eğribucak ve Kızıllı köyünden hayvanlarını beraberlerinde Türkiye’ye getiren olmamış.<br />
<br />
Doğdukları toprakları terk etmemek için her hangi bir direnç göstermemişler. Yapabilecekleri pek fazla bir şey de yokmuş. Savaş iki toplumun arasını açmış, her iki toplumda da milliyetçi fikirler ön plana çıkmıştı. Yine annemin anlatımına göre Anadolu’dan gelen Rum Ortodoksların çocukları “Kato Kemal” derken çocuk yaşta olan annemler de “Zito Kemal” diyorlarmış. Milliyetçi fikirler çocukları bile etkisine almış o dönemde. Savaş, iki toplumun barış içinde birlikte yaşamalarının koşullarını ortadan kaldırmış.<br />
<br />
Mübadelede gitmek istemeyen Müslümanlar da olmuş. Langaza’da yaşayan zengin Müslümanların bir kısmı Karma Komisyona ve ilgili mercilere gitmek istemediklerini belirten dilekçeler vermişler. Ama sözleşmenin zorunluluk ilkesi nedeniyle gitmek istemeyenlerin bu tür talepleri de kabul edilmemiş.<br />
<br />
Babamın verdiği bilgilere göre Eğribucak’tan (Nea Apollonia) 300 aile; yaklaşık 1500 kişi göç etmiş. Göç edenler Türkiye’de Malkara’nın üç köyüne iskan edilmişler. Bu köyler: Şahin Köy, Dolu Köy ve Doğan Köy.<br />
<br />
Eğribucaklılar’ın Doluköy’e gelişleri deniz yoluyla olmuş. Gemiler yolcu taşımaya elverişli gemiler değilmiş. Yük taşıyan gemiler bazı tadilatlarla yolcu taşıyabilecek duruma getirilmiş, seyyar tuvaletler yapılmış. Gelenleri çoğu kamaralarda değil açık alanda seyahat etmek zorunda kalmışlar. Annemlerin geldiği gemi batma tehlikesi geçirmiş. Mübadilleri gemi yolculuğunda en çok etkileyen olaylardan biri de gemide ölenlerin denize atılmasıymış.<br />
<br />
Selanik limanından hareket eden gemiler önce İstanbul-Tuzla’ya geldi. Tuzla’da bulunan tahaffuzhanede (sağlık merkezi) karantinaya alındılar. Sağlık kontrolleri, aşıları yapıldı. Eşyaları ve elbiseleri etüvden geçirildi, dezenfekte edildi. Bir iki gün burada kaldıktan sonra tekrar gemiye bindirilerek Tekirdağ limanına geldiler. Tekirdağ’da kamu binalarında bir iki gün kaldıktan sonra iskan yerleri olan Dolu köye hayvan sırtında ve arabalarla sevk edildiler.<br />
<br />
Selanik limanında hareket edişlerinden Doluköy’e varışları yaklaşık olarak 8-10 gün sürmüş. Köylerinden çıkışlarından Doluköye varışları ise yaklaşık olarak 30-40 gün sürmüş.<br />
<br />
Doluköy’de yeni bir hayata başlamak onlar için oldukça zor olmuş. İlk gelenlerin bir kısmı salgın hastalıklardan ve çevre şartlarının değişmesinden yaşamını yitirmiş.<br />
<br />
Çavuşlu, Harmanlı gibi yerli komşu köylerle ilişkileri sınırlıydı. Aslında bu köylerde yaşayanlar de 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Bulgaristan’dan gelmişlerdi. Onlar da göçmendi; ama gelenek, görenek, örf ve adetleri farklıydı. Uzun yıllar, denebilir ki 1960’lı yıllara kadar bu köylerle kız alış verişi olmamıştır. Bu köylerle ilişkileri büyük ölçüde yakacak odun temini konusunda olmuştu. Bu köylerin arazilerindeki ormanlardan kesilen yakacak odunlar Doluköy’e getirilerek satılıyordu. (Ne yazık ki günümüzde bu köylerde şimdi orman da kalmadı.)<br />
<br />
Doluköylülerin ilişkileri daha çok kendileri gibi mübadil olan ve eski Rum köylerine yerleştirilenlerle oldu. Langazalı mübadillerin iskan edildikleri köyler: Dolu, Şahin, Doğan, Davuteli/Davuldere, Teberrük/Bayramtepe, Hemit Köy, Yılanlı, Tatarköy ve diğer eski Rum Ortodoks köyleri.<br />
<br />
Dolu köyün arazileri civar köylere göre daha verimliydi. Küçük baş hayvan (koyun, keçi) yetiştiriciliği için meraları ve çayırları da vardı. İlkel tarım tekniklerini (kara saban) kullanmalarına rağmen yaşamlarını sürdürmeleri mümkün oldu. Zaman içinde sabanın yerine pulluk aldı.<br />
<br />
Doluköy’de Rum Ortodokslardan bir yel değirmeni, bir su değirmeni kalmıştı. Su değirmeninin 1960’lı yıllara kadar çalıştığını biliyorum. Yel değirmeninin ne zamana kadar çalıştığı konusunda şahsen bir fikrim yok. Köyde ayrıca bir peynir imalathanesi ile şeker pancarından pekmez üreten bir imalathane vardı. Daha sonraları motorin ile çalışan iki tane un değirmeni üretime geçti. Civar köylerin sakinleri ürünlerini öküz arabalarıyla bu imalathanelere ve değirmenlere getirdiklerini çok net hatırlıyorum.<br />
<br />
Köye ilk traktör 1950’li yılların ortasında geldi. Traktör, hem ulaşım aracı hem de tarım aracı olarak kullanılır oldu. 1950 öncesi alış veriş için Pazartesi günleri Malkara pazarına hayvan sırtında ya da öküz arabaları ile gidiliyordu. Traktörlerin köye gelmesi ile köylüler Malkara pazarına gidip gelirken traktörlerin römorklarında seyahat etmeye başladılar.<br />
<br />
Eğribucak’tan gelenler gerek maddi imkansızlıklar nedeniyle gerekse Yunanistan ile Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin gerginliği nedeniyle bir daha doğdukları toprakları ziyaret edemediler.<br />
<br />
Doluköyü’nden sadece bir kişi 1950’li yıllarda ziyaret etmiş (Osman Ağa/Osman Turan). 1950-1955 arası her iki ülke de Nato’ya girmiş, ilişkilerde tahmin edilemeyen bir yakınlaşma olmuştu. Ne yazık ki bu yakınlaşma pek uzun sürmedi 1955’ten sonra ortaya çıkan Kıbrıs sorunu nedeni ile iki ülke arasındaki ilişkiler yeniden gerginleşti. 1990’ların ortalarında itibaren iki ülke arasındaki ilişkilerde yeniden bir yakınlaşma başladı. Bu her iki tarafın mübadilleri için doğdukları toprakları ziyaret etmelerine uygun bir ortam oluşturdu. Türkiye’de mübadele üzerine yayınlar yapılmaya başlandı.<br />
<br />
Ben babamın doğduğu köy olan Eğribucak/Nea Apollonia’yı ve Yunanistan’ı ilk kez 1999 yılının Ekim ayında ziyaret ettim. Ziyaretim sırasında çok sıcak karşılandım. Atina’ya gittim. Küçük Asya Araştırma Enstitüsünü ziyaret ettim. Anadolu’dan gelen mübadillerle yapılan sözlü tarih görüşmelerini, Anadolu’da söyledikleri türkülerin derlemelerini ve kayıtlarını inceledim. Yunanistan’a giden Rum Ortodoksların çok sayıda dernek kurduklarını öğrendim. Bu derneklerin Küçük Asya’dan, Trakya’dan ve Karadeniz/ Pontus’tan getirdikleri kültürlerini yaşatmak için yaptıkları çalışmalarından etkilendim.<br />
<br />
O tarihe kadar Türkiye’deki mübadiller her hangi bir vakıf ya da dernek çatısı altında örgütlü değildi. Yunanistan’dan döndüğümde yakın çevremdeki arkadaşlarla mübadillerin örgütlenmesi için çalışmalara başladık. 1999 yılında başlayan çalışmalarımızın sonucunda 2001 yılında Lozan Mübadilleri Vakfını kurduk. Vakfın kurulduğu tarihten bu yana Genel Sekreterlik görevini yürütüyorum. Yılda 5-6 defa Yunanistan’ı ziyaret ediyorum. Mübadilleri aile büyüklerinin doğdukları köylere götürüyorum.<br />
<br />
Dolu köyüne yerleşen mübadiller uzun süre gelenek ve göreneklerini korudular. Dini günlerde (Kurban Bayramının 2. Günü) bütün köy halkı bir araya geliyor ve keşkek aşı kaynatıyorlardı. Çocukluğumdan hatırladığım bu gelenek maalesef unutuldu. Doluköylüler memleketlerindeki doğum, nişan, düğün adetlerini uzun yıllar değiştirmeden sürdürdüler.<br />
<br />
1960’lı yıllardan sonra köyden şehirlere göç başladı. Göçün sebeplerinden biri genç nüfusun çoğalması, toprakların kalabalıklaşan aileleri geçindirmeye yeterli olmamasıdır. Göçün bir diğer nedeni de Ülkede kapitalist ilişkilerin gelişmesi ve gençlere yeni iş sahalarının açılmasıdır. Kent yaşamının gençler için daha çekici hale gelmesi ve kendilerini daha özgür hissedilecekleri bir yaşam arzulamaları, gençlerin daha iyi bir eğitim alma istekleri göçleri hızlandırdı. Dolu köylülerin bir kısmı İzmir ve Bursa gibi sanayi kentlerine bir kısmı ise köylerine yakın olan Malkara ve Uzunköprü gibi kasabalara göç ettiler. Günümüzde köylülerin bir kısmı kışları kasabalarda yaşıyor, çocuklarını kasabadaki okullara gönderiyor, yazın ise köydeki tarlalarını işliyorlar. Kazançlarını köye yatırım yaparak değil, kasabalara yatırım yaparak değerlendiriyorlar. Bu nedenle köyümüzde kayda değer bir gelişme gözlenmemektedir.<br />
<br />
<i>Sefer Güvenç, 23 Mayıs.2012, İstanbul</i>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-19419045320473836622009-08-19T11:04:00.004-07:002022-10-09T01:31:25.341-07:00Gülcemal vapuru<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjrDeRHvL6DobXIf4a16hB0xhlkAHnzv8fl2q_C6eewCeOpSv94Xr7KnH0l_-lMz0G_ckhtQ3BNCmnnAN6Do7d4H3H3G3Ogwuanq-EHsqyD4aSECBSUfB1lxp4ecuZ1I-xTWXno8jj73tU/s1600/Gulcemal-vapuru.jpg" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="261" data-original-width="427" height="391" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjrDeRHvL6DobXIf4a16hB0xhlkAHnzv8fl2q_C6eewCeOpSv94Xr7KnH0l_-lMz0G_ckhtQ3BNCmnnAN6Do7d4H3H3G3Ogwuanq-EHsqyD4aSECBSUfB1lxp4ecuZ1I-xTWXno8jj73tU/s640/Gulcemal-vapuru.jpg" width="640" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Gülcemal</td></tr>
</tbody></table>
<br />
<br />
<b>G</b>ülmeyen cemaller gülçehresinde<br />
<b>Ü</b>zerinde iki baca, dört direk<br />
<b>L</b>imana demir atmış üzülerek<br />
<b>C</b>ehennem yeri adeta Selanik<br />
<b>E</b>ge denizi ağlıyor, beyaz kule üzgün<br />
<b>M</b>inareler mahzun, ezanlar susmuş<br />
<b>A</b>rkamda kalırken memleket<br />
<b>L</b>imandaki dalgalar bile ağlıyor bugün,<br />
<br />
Gül çehresinde gülmeyen Cemal' ler taşıyan gemi...<br />
<br />
Onun hikayesi bir (vapur) gemiden çok daha fazlası. İnsan bir ömre neleri sığdırabilir ya bir (vapur) geminin hayatına neler sığabilir? Güvertesinde acıyı, sevinci, göz yaşını, mutluluğu, mutsuzluğu taşımış, kavuşmaya, ayrılığa kısacası bir devre tanıklık etmiş gemidir o.<br />
<br />
1873 yılında Kuzey İrlanda' nın Belfast şehrinde tezgaha kondu, 15.07.1874' te denize indirilip seyir tecrübeleri yapıldı. 1875 yılında çalışmaya başladı. İki bacası, dört direği, ince formuyla görenlerde hayranlık uyandırıyordu. 5000 beygir gücünde 3 genişlemeli makinesi, 8 adet çift kazanlı buhar kazanı olup, 7 metre çapında dakikada 52 devir yapan pervanesi zamanın teknik harikasıydı. Günde 85 ton kömür yakıp 14 deniz mili hız yapıyordu. Toplam 1100 ton kapasiteli kömür depolarına sahip olup ilk adı <b>Germanic</b> tir. 1.mevki 220 yolcu kapasiteli. 2. mevkide 1500 yolcu daha sonraki tadilatta 900 kişi kapasiteli kamarası vardır (Farklılık arz eden bilgilerde vardır, inşaa edildiğinde 220 x 1.sınıf, 1500 x 2. sınıf / 1905' ten sonra 1.750 yolcu kapasiteli 250 x 2. sınıf, 1500 x 3.sınıf) Uskurlu ilk nesil transatlantik tir. Daha öncekiler yanda çarklı vapurlardır. Bir özeliği de istenildiğinde yelkenli olarak kullanılabiliyordu. Daha sonrakilerde bu özellik yoktu.<br />
<br />
19. ve 20. yy.da gemilere isim verilirken mitolojiden yararlanılırdı. Bu nedenle ismi <b>Germanic</b> olmuş aynı firmanın yaptırdığı çağdaşı olan <b>Britanic</b> ve daha sonra üretilen <b>Titanic</b>' in isimleri de bu şekilde konulmuştur.<br />
<br />
Gülcemal olarak mübadilleri Türkiye' ye taşımasından çok önce 30 Mayıs 1875 yılında Avrupa kıtasından göçmenleri yeni kıtaya umuda yolculuklarında görürüz <b>Germanic' </b>i. 1875 ve 1904 yılları arasında 60.000 göçmenin umuda yolculuğuna tanıklık eder. Onların yeni bir dünya'ya umutlarını, hayallerini taşımıştır. Bu taşıma esnasında bir başarı ödülüne de layık görülür <b>Germanic</b> Atlantiği 7 gün 15 saat 17 dakikada 15,79 mil ortalama hızla geçen ikinci vapur oldu ve mavi kurdela ödülü aldı.<br />
<br />
21. yıl sonra 1895' te makineleri elden geçirilmiş, hızını arttıran donanımlar eklenmiştir. 1899 yılında Newyork limanında kömür almak için demirlemiş bekleyen <b>Germanic</b>' in başına üzücü bir hadise gelir. Yağar kar ve buzlar <b>Germanic</b>' in yelken ve direklerinde birikip onun soğuk sulara batmasına neden olur. Bu limanda olması şanstır ve bir yanından rıhtıma yaşlanmış olarak kurtarılır.<br />
<br />
1905 yılında satılmış ismi de <b>Ottawa</b> olmuştur. Denizlerde 1,5 milyon mil yol yapmış bu gemi 1911 yılında Türk denizleriyle buluşur. Nihat, Hamdi ve Abdurrahman beyler tarafından 25.100 altın liraya satın alındı ve Eğer müsaade ederlerse Padişah V. Mehmed Reşad' ın annesinin ismi Gülcemal' in ismini vermek istemeleri üzerine ismi gül çehresi, gül gibi güzel <b>Gülcemal</b> oldu.<br />
<br />
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitH2XlSCv-9uZhQSEsdQYKB011t2nHlPjXZ0HVxulx1jQM04Je1ymrUq1ymkYElf9purGxeBGs8dpZnWyzGHSWGhGCKmSrYQFrkRPhNPreQWJRAu5Hl_9VX2OappFi3XnF7DMF85B8Xms/s1600/g%25C3%25BClcemal-veAtat%25C3%25BCrk.jpg" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="426" data-original-width="650" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitH2XlSCv-9uZhQSEsdQYKB011t2nHlPjXZ0HVxulx1jQM04Je1ymrUq1ymkYElf9purGxeBGs8dpZnWyzGHSWGhGCKmSrYQFrkRPhNPreQWJRAu5Hl_9VX2OappFi3XnF7DMF85B8Xms/s1600/g%25C3%25BClcemal-veAtat%25C3%25BCrk.jpg" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Atatürk Gülcemal vapurunda</td></tr>
</tbody></table>
<br />
Gülcemal Atatürk'ü pek çok kez ağırladı.<br />
Ve Cumhuriyet yılları... Gülcemal, Cumhuriyet döneminde de önemli görevler üstlendi. İsmet Paşa ve beraberindeki heyeti Lozan’ dan İstanbul’ a getirdi. Yine Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan nüfus mübadelesinde aktif görev aldı. Selanik ve Girit’ten Türkiye’ye gelen mübadilleri İstanbul, İzmir ve Karadeniz limanlarına taşıdı. Mübadilleri taşıdığı bu seferler sırasında acı tatlı bir sürü olaya tanıklık etti.<div><br /></div><div><div>Edirne’de yaşamış bir Selanikli göçmenin anlattıkları şöyle;</div><div><br /></div><div><i>Asıl vatanımız Türkiye idi, bilirdik...</i></div><div>Ama, oralarda doğduk...</div><div>Ben Vardar Nehri kıyısında bulunan, Yenice-i Vardar'a bağlı Işıklar( Aşıklar) Köyündenim. (Şimdi ki Evropos Belediyesi Kılkış'a bağlı) Çok yeşildi köyümüz.</div><div>Anamın yaptığı mercimekli börekleri yer, oyunlar oynardık. Anam duldu. Çağlayı andırır gözleri vardı. </div><div>(Ölene kadar bana her haliyle Selanik’i hatırlattı, bu yüzden <b>Yeşil Gözlü Selanik</b> derdim ona) </div><div>Çok güzel ve çok çalışkandı. Fakirdik. Zeytinliğimiz, üzümlüğümüz yoktu. Bulgur, bulamaç yedirerek büyüttü anam bizi...</div><div><br /></div><div>Yabancı askerler kendisinin güzelliğini fark etmesin diye kömür isi sürerdi yüzüne. Hep soğan yerdi anam. Bir yabancı erkek yanına gelince, ağzı koksun, kendinden tiksinsin diye. Öyle korkardı.</div><div>Bu yüzden en çok o sevindi Türkiye’ye gelecek olmamıza. Kendini güvende hissedecekti çünkü <b>Türkiye</b> !!! için;</div><div><br /></div><div><i>Direği sağlam bir gök kubbe o topraklar</i> derdi hep...</div><div>Ben sekiz yaşındaydım oradan ayrılırken. Yanımıza eşya almadan at arabasıyla yola çıktık.</div><div>Önce Selanik’e geldik. Selanik’e vardığımızda ilk defa gördüğümüz Beyaz Kule çok etkiledi hepimizi. </div><div>Burada, diğer kasaba ve köylerden, Mayadağ’dan, Gümence’den gelip aylardır bizi götürecek olan vapuru bekleyen başkaları da vardı.</div><div>Bekledikten sekiz gün sonra <b>Gülcemal Vapuru</b> göründü. Uzaktan <b>Gülcemal </b>inşallah cemalimiz güle döner dedi anam.</div><div>Çok kalabalıktı. Vapurda hastalananlar ve ölenler oldu. Ölenler hastalık yaratır endişesiyle denize atıldı...</div><div>Önce Tekirdağ’a geldik. Sonra İstanbul’a. Köyden başka ailelerle beraber bize gösterilen yerlere baktık. Anam Boğazı görünce </div><div><br /></div><div><i>Ben buralarda duramam</i> dedi... </div><div><i>Buranın deresi çok büyük kızanlarım suya düşer.</i></div><div>Bugün hala hatırıma geldikçe gülerim rahmetlinin bu sözüne.</div><div><br /></div><div>Çoğunluk ilk önce Hayrabolu ve sonrasında Kırklareli merkezine yerleştirilirken, biz Edirne’ye yerleştik işte. Bir Rum ailenin viranesiydi ilk oturduğumuz ev. Sonra değiştirdik.</div><div>Yerliler </div><div><br /></div><div><i>Yarı gavur</i> dediler önce... </div><div>Sonra iyi komşu olduk tabi. Derken evlendik, çocuklarımız, torunlarımız oldu. Buralara kök saldık bu sefer. Annem, </div><div><br /></div><div><i>Atatürk’ten Allah razı olsun.</i></div><div><i>Bizi o kurtardı.</i></div><div><i>Yeni bir hayat sağladı.</i> diyordu.</div><div><br /></div>
75 yıllık ömrünü tamamladığında görev yaptığı sürenin yarısını Türk gemisi olarak geçiren Gülcemal'den geriye ise Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun 'İstanbul Destanı' adlı şiirinden şu dizeler kaldı:<br /><br /><i>İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir,<br /> Anadolu'da toprak damlı bir evde<br /> Gülcemal üstüne türküler söylenir...<br /> Süt akar cümle musluklarından;<br /> Direklerinde güller tomurcuklanır<br /> Anadolu'da toprak damlı bir evde çocukluğum;<br />Gülcemal'le gider İstanbul'a<br />Gülcemal'le gelir...</i><br /></div><div><i><br /></i></div>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-11341069695681556242009-01-21T06:37:00.000-08:002016-12-30T06:47:28.814-08:00Sarı Gelin<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXM7s4UCoSSAh7x7kJZ_WflT-IgY6Y1UQ6RM09zn2wtEgbOUFsXH9brpLtA_Olj0LzYtbfgM0SsyJzEXJQXzRAFxgJZKgqI9eBTbbPXuqePWSVZ5tVzpS5gQ97aajs0So6hlW2xHerDlk/s1600/horses+coffee.bmp" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="430" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXM7s4UCoSSAh7x7kJZ_WflT-IgY6Y1UQ6RM09zn2wtEgbOUFsXH9brpLtA_Olj0LzYtbfgM0SsyJzEXJQXzRAFxgJZKgqI9eBTbbPXuqePWSVZ5tVzpS5gQ97aajs0So6hlW2xHerDlk/s640/horses+coffee.bmp" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları <b>sarışın</b> anlamına gelen <b>Kuman</b> adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır.<br />
<br />
Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Hristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Bölgeye gelen Arap din adamlarından birinin aşık olduğu bu sarışın güzel etrafında gelişen efsaneler, Kars ve Erzurum yörelerinde yaşamaktadır.<br />
Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.<br />
<br />
Bu yazıda, Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Kıpçak Türklerinden bahisle, onların izlerini taşıyan bir efsanenin varyantları üzerinde durulmuştur. Sarı Gelin'in bu efsaneyle birlikte, birkaç varyantını tespit edebildiğimiz bir türküye konu olması ve hatta bölgede bu adla anılan bir halk oyununun bulunması, tesadüf olamaz.<br />
<br />
Kıpçakların bir adı da Kuman'dır. Bunlara Ruslar Polovets, Ermeniler Xartes, Almanlar Falben derlerdi ki, bu kelimelerin hepsi sarışın anlamına gelmektedir (Rasonyı-1971: 136). Kumanlarla temasa gelen üç kavim, Ruslar, Almanlar ve Ermeniler, Kumanları sadece <b>sarışınlar</b> diye isimlendirmişlerdir (Kurat-1992: 70).<br />
<br />
Kıpçakların, güzel, sarışın, mavi gözlü, yakışıklı oldukları, birçok kaynakta belirtilmektedir (Kurat-1992: 70-72). Büyük şair Genceli Nizamî, İskendername adlı eserinde, Kıpçak güzelliğini dile getirmiştir. Ayrıca şairin karısı Afak/Apak da Derbentli bir Kıpçak kızıydı. Apak' ın güzelliği, şairi derinden etkilemişti. Nizamî, eserlerindeki kahramanlarda onu canlandırmıştır (Resulzade-1951: 48-49).<br />
<br />
Kumanlar, XII. yüzyılda Gürcistan'da faaldiler. Gürcistan'ın parlak çağının başbuğu Kubasar, bir Kıpçaklıdır. Devletin, asker, maliye ve devlet işlerinde Kıpçaklar söz sahibiydiler. Kraliçe Tamara'nın damarlarında da (annesinden dolayı) Kıpçak kanı vardır (Rasonyı-1971: 145).<br />
<br />
Selçuklu Türkleri tarafından sıkıştırılan Gürcistan, onlara karşı savunmasız ve çaresiz kalmıştı. Gürcistan Kralı, Kuzey Kafkasya ve Kıpçak Eli'nde yaşayan göçebe ve savaşçı Kıpçakları ülkesine davet etti. Bunlar arasından çıkarılan 45.000 kişilik güçlü bir orduyla Selçuklulara karşı saldırılara başladı. Gürcüler, Kıpçak ordusu sayesinde Tiflis şehrini yeniden ele geçirdiler (Berdzenişvili-Canaşia-2000: 142-143).<br />
<br />
Sarışın, insan güzeli ve Türk ırkının en yakışıklı soyundan olan Kıpçaklar, Selçuklular tarafından ezilen Gürcistan hakimi Bagratlı hanedanını, büyük bir kudretle canlandırdılar. 1080 yılından itibaren Selçuklu ülkesi durumuna gelen Ahıska, Ardahan ve Göle dolayları, 1124'te Kıpçakların eline geçti. Gürcülerle aynı dini, Ortodoks Hristiyanlığı paylaşan Kıpçaklar, kendi hesaplarına fethettikleri Kür ve Çoruh boylarına (Ahıska, Ardahan, Artvin ve Ardanuç dolaylarına) yerleştiler (Kırzıoğlu-1953: 377). Bugün Kür ve Çoruh ırmakları boyu ile Çıldır Gölü çevresinde yaşayan halk, Kıpçakların torunlarıdır (Kurat-1992: 84).<br />
<br />
Gürcistan'a bağlı bir beylik iken bölgeye gelen İlhanlıların da yardımıyla 1267 yılında Tiflis'ten kopan Kıpçak Atabekliği Hükûmeti, III. Murat zamanında, 1578 yılında Serdar Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşanın fethiyle Osmanlı Devleti'ne katıldı (Zeyrek-2001). Bugün Ahıska, Ardahan, Artvin ve Erzurum'un kuzey ilçelerindeki kilise kalıntıları, Osmanlı zamanında Müslüman olan bu Ortodoks Kıpçakların hatıralarıdır.<br />
<br />
Azerbaycan'da Kür ırmağı boylarında yaşayan bir efsane, edebî eserlere de konu olmuştur. Azerbaycanlı şair Hüseyin Cavid, Şeyh San'an adlı manzum piyesinde, konusunu halk arasındaki yaygın efsanelerden almıştır. Arabistan'dan bu bölgeye gelerek İslâm dinini yaymağa çalışan din adamlarıyla ilgili bir efsanede, Şeyh San'an'ın Tiflis-Gürcü Padişahının güzel kızı Humar Hanıma karşı duyduğu aşk macerası anlatılır. Bu kız uğruna Hristiyan hayatı yaşayan Şeyh, yedi yıl sonra kızı Müslüman eder. Birlikte kaçmağa karar verirler. Bunları takip eden kralın askerleri yetişince, âşıkların dileğiyle yer yarılır, âşıkları içine alır. Âşıkların girdiği yerden kaynar sular çıkar. Kızına ve yaptıklarına üzülen kral, bu suyun üzerine bir kilise yaptırarak hatıra bırakır (Kırzıoğlu-1953: 379-380).<br />
<br />
Ortodoks Kıpçaklardan kalan hatıralardan biri de Kars ve Erzurum çevresinde anlatılan "Şeyh San'an ile Kralın Sarı Kızı" efsanesidir. Bu efsaneyle birlikte bir de türkü, günümüze kadar gelmiştir. Türküye geçmeden önce, Ortodoks Kıpçak Türklerini Müslüman etmek için çalışan İslâm misyonerlerinin macerasını ve sarışın Kıpçak kızlarının hatıralarını yaşatan bir efsanenin iki varyantını özetleyelim:<br />
<br />
Abdulkadir Geylanî'nin arkadaşı olan Şeyh San'an, bir bedduaya uğrayıp yolu Penek'e düşmüş. Şeyh San'an, çobanlık yapıyor, Penek padişahının domuzlarını güdüyormuş. Şeyhin nefsine ağır gelen domuz çobanlığı aynı zamanda eziyetli bir işti.<br />
<br />
Şeyh, bu şekilde çile doldurmakta iken, Penek padişahının biricik evladı olan güzeller güzeli Sarı Kız'a da aşık olmuş. Hıristiyan kız, şeyhin aşkından habersizmiş. Bu duruma üzülen şeyh, Allah'a yalvararak kızın gönlüne kendi aşkının düşmesini dilemiş. Dileği kabul olmuş. Kız da şeyhe ilgi duymaya başlamış, hatta Müslüman olmuş. Yedi yıllık çilesi dolan şeyh, bir gün Allahuekber dağlarından tef sesi geldiğini duydu. Bu ses, çilesinin bittiğine işaretti. Meğer tefi çalan, Geylani' nin gönderdiği kırk mücahit müritmiş.<br />
<br />
Şeyh, tef sesinin geldiği dağa doğru koşmuş. Onu gören Sarı Kız da arkasından koşup yetişmiş. Bunu gören saray halkı, durumu padişaha bildirmiş. Ordu, kaçak âşıkların ardına düşmüş. Şeyhle kız, Allahuekber dağındaki kırk müride yaklaşmış. Bu durum, Mısır'da Abdulkadir Geylani'ye mâlum olmuş. Oradan attığı teber, şeyhe ulaşmış. Şeyh, bu teberle kafir ordusuyla vuruşmaya başlamış. Penek güzeliyle kırk mürid de cenge girmişler. Kırk mürit şehit düşmüş. Şimdi onların yattığı yere Kırklar, Kırk Şehitler Mezarlığı deniyor. Dağın tepesine yetişen Şeyhle sevgilisi de tam tepede şehit düşmüşler. Bunların yattığı yer şimdi ziyaretgahtır. Buraya ağzı eğri gidenin düz geldiği, dileklerin kabul olduğu inancı yaygındır (Kırzıoğlu-1949).<br />
<br />
Bu efsanede geçen olayların yaşandığı yer, Gürcü tarih kaynaklarında Bana olarak geçen Penek'tir. Penek, eskiden kalesi olan bir taht şehriydi. Dede Korkut Oğuznamelerinde, "Ban Hisarı" denilen yer de burasıdır (Kırzıoğlu-2000:76) Osmanlı zamanında, merkezi Ahıska olan Çıldır Eyaletine bağlı bir sancak olmuştu. Burası günümüzde, Erzurum'un Şenkaya ilçesine bağlı bir köydür.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-21989346546489837252008-11-27T06:56:00.000-08:002016-12-30T07:03:21.338-08:00Mübadele<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiRlVIg4yC35StMn8mQkofirK68JJU4PVx6ma23Zgwc7puIDKW3VT7FVcoA4-tvUDf3xG-X-TBG4iBJISC0KYT3MVqiXBz-taiQeYLhfJa1V7Zdpr8ags0bZvPR-JnbhCbgPWOCKxqtAXU/s1600/gocmenler-sirlecide1912.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="474" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiRlVIg4yC35StMn8mQkofirK68JJU4PVx6ma23Zgwc7puIDKW3VT7FVcoA4-tvUDf3xG-X-TBG4iBJISC0KYT3MVqiXBz-taiQeYLhfJa1V7Zdpr8ags0bZvPR-JnbhCbgPWOCKxqtAXU/s640/gocmenler-sirlecide1912.jpg" width="640" /></a></div>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b>
<b><br /></b><b>Bir Milletin Canlı Toplumsal Hafızasındaki Travmatik Olay</b><br />
Mübadele olarak geçen terim kökü Arapça’dan gelen değişim, değiş tokuş anlamına gelen bir kelimedir. Bu kelime gerek bizim gerek ise Yunanistan için sıkıntılı bir dönemin yaşandığı sürecin adıdır. Bu iki ülkede yaşayan ve bahse konu uygulamaya maruz kalmış olanlar için gelecek nesillere aktarılan bir çok acı olay ve mezara kadar gitmiş, gidecek doğulan yere özlem, hasret kalmıştır.<br />
<br />
Onların torunları olsun gerek ise mübadeleye tabii olmamış ailelerden gelenler olsun bizim için onların ne hissettiği ve ne yaşadığı çok anlam ifade etmez, anlaşılamazda. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanılan ama bütün bir yüzyıl boyunca devam eden doğulan ve benim denilen toprağa özlem konusunu birde bizim gözümüzle yani Türklerin perspektifi ile bakmaya çalışacağım. Şunu ilk önce belirtmeliyim ki ister göç ister mübadele olsun bir insanın veya topluluğun kök salmış olduğu topraklardan ayrılması her zaman ruhsal sarsıntıya sebep olur.<br />
<br />
Bir günlük gazetemizde mübadele hususunda bir akademisyenle yapılan söyleşide ( Sabah Gazetesi 17.11.2008 ) Anadolu Rumlarının bu süreçte çektiği sıkıntılar uzun uzun anlatılmıştır. Söyleşinin ana karakteri olan ve bu konuda görüşlerini ifade eden akademisyenimiz Anadolu Rumlarının topraklarından ayrılma sürecinin yine kendileri gibi olan karşı taraftaki Türklere göre daha sancılı ve trajik olduğunu iddia etmişti. Bunu da söyleşi içinde – Ya Türklerin çektiği sıkıntılar? – diye soran röportaj sahibine bu akademisyenimiz şöyle cevap vermektedir;<br />
<br />
Böyle bir durum için kolektif hafızaya sahip olmak, belli bir eğitim, gelişim, sosyal ve kültürel düzeyde olmak lazımdır. Niğde’den gelen Rumlar bile çok zengin ve kültürlüydü. Türkiye’ye gelen nüfusun büyük kısmı eğitimsiz, dağınıktı.<br />
<br />
Yukarıdaki paragraf dikkatlice incelendiğinde alaycı bir ifade, küçümseme ile bir gerçekliğin tespiti göze çarpmaktadır. Burada yapılan ilk tespitte bir mukayese görülmektedir. O da Anadolu Rumlarının gelen Rumeli Türklerine göre daha kültürlü ve sosyal olduğuna dair savı. Ben şahsen röportajı veren şahsın akademik geçmişine bakınca kendisinin kültür kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediği düşüncesine kapılmanın saflık olacağını inanıyorum. Burada kültürü yeniden tanımlayarak yazıma devam etmek istiyorum.<br />
<br />
<b>Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre;</b><br />
Tarihsel toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü olarak ifade edilir. Yine sosyolojik bir tanım olarak kültür bizi saran, insanlardan öğrendiğimiz toplumsal mirastır.<br />
<br />
Bu durumda insanın aklına iki soru geliyor. Ya bahsi geçen akademisyen Yunanistan’dan Türkiye’ye göç eden Türklerin kültürleri hakkında bilgi sahibi değil veya art niyetli olarak onları kültürsüz, ilkel bir topluluk olarak atfediyor. Ben bu hususta iyi niyetli düşünerek birinci seçeneği yani Türk kültürüne vakıf olmadığı düşüncesini ikinci seçeneğe göre tercih etmenin daha uygun olacağı düşüncesindeyim.<br />
<br />
Burada göç eden ve hala Yunanistan da yaşamakta olan Türklerin kültürel zenginliğini, mutfaklarını, folklorlarını, sözlü ve yazılı edebiyatlarını, giyim ve kuşam zenginlikleri gibi manevi ve maddi kültürel zenginliklerinin çeşitliliğini buraya aktararak yazımın konusunu başka bir sahaya çekmek istemiyorum. Ama meraklılarının - bilmeyenlerin başka kültürler ile mukayese etmeden önce Balkanlardaki Türk kültür çeşitlilik ve değerlerini dikkatle incelemesini tavsiye ederim.<br />
<br />
Paragrafta gerçeklik içeren kısım ise Anadolu’dan gelen Rumların mübadil Türklere göre ekonomik anlamda zengin olması idi. Peki bunun nedeni nedir? Rumların çok akıllı, çok çalışkan, yüksek eğitimli ve kültürlü oluşlarına mı? Evet ilk bakışta bu kanıya varılsa da tarihin o kesiti nesnel olarak incelendiğinde hiç de öyle olmadığı görülecektir. Eğer bu konuda yargıya varılmak isteniyorsa <b>Taner Timur, İlber Ortaylı</b> ve yine Türkiye kökenli bir Rum olan <b>Stefan Yerasimos</b> gibi yazarların kitaplarını okumakta fayda vardır.<br />
<br />
Aşağıya bu farklılığın yani Anadolu Rumları ile Yunanistan Türkleri arasındaki gelir farkının nereden kaynaklandığı hususunda kısa bir tarih bilgisi aktaracağım. Bu açıklamamda aynı zamanda Anadolu Türklüğünün de neden azınlıklara göre daha geri kalmış olduğu anlaşılacaktır.<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun girmiş olduğu Kırım harbinin akabinde kazanan tarafta olmasına rağmen yabancı ülkelere olan borçlarını ödeyemeyeceğini belirtmesi üzerine savaştaki müttefikleri İngiltere, Fransa ile diğer Avrupa ülkeleri ona 1839 yılında yayınlaması hususunda tavsiyede bulundukları Tanzimat Fermanını güncellenmesi ve detaylandırılarak yeni bir ferman yayınlaması hususunda devleti sıkıştırmışlardır. En sonunda baskılara dayanamayan Ali paşa 18 Şubat 1856 yılında Islahat fermanını onaylar ve yayınlar. Bu fermanla azınlıklar Müslüman Osmanlı vatandaşları ile eşit haklara sahip oluyor gibi görünse de aksine durum azınlıkların lehine olacak şekilde gelişmişti.<br />
<br />
Şöyle ki askerlik hususunda bedel ödenmesi halinde askerlikten muaf tutulacaklardı. Azınlıklar ile Türkler arasındaki davalar sözde tarafsız mahkemelerde görülecekti, Azınlık mensupları istediği kadar dini bina ve eğitim kurum açabilecek, işletebilecekti. Azınlık din adamlarına devlet maaşa bağlıyacaktı. (Bu hak Müslüman din adamlarından esirgenmişti.) Azınlık din adamlarının ve kiliselerin mülklerine hiç bir şart ile el konulamayacaktı.<br />
<br />
Bu ve bunun gibi o günkü şartlarda aydınların ve halkın genelinin tepkisini çekmeyen maddeler daha sonra ortaya çıkacak toplumlar arası büyük ekonomik uçurumların sebebi olacaktı. Büyük bir coğrafyaya sahip olan Osmanlı devletinde askerlik çok yıpratıcı ve meşakkatli bir hizmetti. Bir yerinde muhtemel ölümünde olduğu bu askerlik görev süresi ihtiyat süresi de dahil toplamda on yıldı. O geniş toprakların sınırlarında çıkan her savaşta ve içinde çıkan her ayaklanmada oraya asker sevk ediliyordu. Askere giden bir kimsenin herhangi bir dağda veya çölde hayatını kaybetmeden sakat bile olsa görev süresini tamamlayıp evine geri dönmesi mucize mukabilinden sayılmaktaydı.<br />
<br />
İslahat fermanı o süreye kadar Osmanlı ile iyi geçinme siyaseti güden başta İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri için siyaset değişikliğine sebep oldu. Artık borcunu ödeyemeyeceğini ilan eden Osmanlı bir sömürge ülkesi konumunda olmanın tavına gelmişti. Bu ülkeler aralarında vardıkları konsensüse göre Osmanlı devleti parçalanmasının gerektiği güne kadar müşterekçe ve birbirlerinin hakkına tecavüz etmeden sömürülmeye devam edilecekti.<br />
<br />
Bir çok Avrupa ülke vatandaşı tüccar – işadamı Osmanlı devletine göç ederek Selanik, İzmir, Mersin, Lazkiye, Beyrut, İstanbul, İskendurun gibi liman kentlerine yerleşti. Eski tabirle Levanten denilen bu tüccar ailelerin fertleri Anadolu ve Rumeli’nin içlerine kadar giriyor, satın aldıkları ürünleri limanlara getirterek oradan Avrupa ülkelerine satılmak üzere gönderiyordu. Yine Avrupa’dan gelen fabrika ürünlerini bu yolla devletin muhtelif yerlerine göndererek satıyorlardı.<br />
<br />
Osmanlı toplumunun yabancısı olan ve yerli halkla ciddi algı farklılıkları olan Levantenler ülke içinde rahat dolaşamıyor – arzu ettikleri ticari dolaşımı sağlayamıyorlardı. Önlerindeki en önemli engel Anadolu ve Rumeli Türklerinin gururlu oluşları ve kendilerinden farklı gördükleri bu insanlara itimat etmeyişleri idi.<br />
<br />
Tanzimat fermanın arkasından gelen ve daha önce tanınan hakları genişleten, hatta avantajlar sağlayan İslahat fermanın ilan edilmesi ile o zamana kadar içe kapalı bir cemaat yapısı içinde yaşayan – sosyal hayatta çok dikkat çekmeyen azınlık toplumları, Anadolu ve Rumeli topraklarının içine ulaşmak isteyen Avrupalı tüccarların dikkatini çekmeye başladı. Avrupalı – Levanten tüccarlar Rum ve Ermenileri kendi hesaplarına satım ve alım yapmaları için görevlendirip, Anadolu ve Rumeli’nin en ücra yerlerine kadar göndermeye başladı. Bunlar Müslüman tabanın kendilerinden gördükleri kimselerdi, çoğunluğu ile yüzyıllara dayanan komşuluk ilişkileri vardı. Azınlık mensubu bu kompradorlar gitdikleri bölgede veya kendi yaşadıkları yerde hesabına çalıştıkları şirket veya şahıs adına hareket ediyor en uygun fiyata mal topluyor, en fahiş fiyata mal satıyorlardı. Levantenler en sonunda kendi hesaplarına çalışacak en uygun kitleyi ve kar marjlarını yükseltmenin yolunu bulmuşlardı. Artık azınlık mensupları arasından kompradorlar ( Çalıştıkları şirket veya tüccarlar adına alım – satım yapan yerli aracı. ) çıkmaya ve çoğalmaya başlamıştı.<br />
<br />
Bu yapı o kadar hızlı gelişti ki azınlık mensubu kompradorlar Osmanlı coğrafyasının her yerinde cirit atıyordu. Müslüman üretici ve alıcılar yabancılara göre kendilerinden gördükleri azınlık kesimi ile ticaret yapmaktan çekinmiyorlardı. Zamanla güçlü bir finansa sahip olan bu kesim erkek nüfusunun büyük kısmı askerde olan Türk toplumundan ekonomik sıkıntıya giren kişi ve ailelere borç verme yoluyla tefecilik yapmakta, ödeyemeyenlerin münbit tarla ve bahçelerine el koyarak geniş arazilere sahip olmakta idiler.<br />
<br />
Azınlıkların çoğu yükselen gelir seviyeleri sayesinde bulundukları ortam içinde ve devlet nazarında itibarlı bir iş adamı konumunda idi. Bulundukları kentlerin en mutena semtlerinde büyük konak ve saray yavrusu binalarında yaşıyorlardı. Buraya gelmişken bize konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacağını umduğum bir anekdotu aşağıya aktarmayı uygun buldum. Mustafa Kemal Paşa Mersini ziyaret ettiğinde kalabalık bir yerli halk kitlesi onu karşılamış büyük ve gösterişli binaların bulunduğu sahil boyunca yürümeye başlamışlardı. Yol üzerinde gördüğü büyük evlerin güzelliğinden etkilenen kurtarıcı bir binayı göstererek bu bina kime aittir diye sorunca halktan biri Agop efendinindir demiş. Paşa yanındakini sorunca başka bir ses Bogos efendinindir diye seslenmiş. Bir sonrakini sorduğunda ise Yani efendinindir denmiş. Paşa halka dönerek – Efendiler onlar bunları yaparken siz nerede idiniz? diye sorunca bir yaşlı zat ileri çıkarak Paşa hazretleri onlar bunları yaparken biz Yemenin çöllerinde, Kafkasya’nın dağlarında savaşta, Balkanda eşkıya takibindeydik demiş.<br />
<br />
Konuya dönecek olursak Kiliselerin ve azınlık din adamlarına Islahat fermanı ile tanınan etki ve dokunulmazlık azınlık içinde bilindiğinden, o kesimle iyi geçinmek, arayı sıcak tutmak zorunlu idi. Bundan dolayı azınlık mensubu zenginler kilise ve din adamlarına yüksek meblağda yardım ediyor, vakıflar bağışlıyorlardı. Azınlık mensuplarının var oluş sebebi olarak görülen bu dini önderler himayelerindeki parayı cemaatlerinin menfaatine kullanıyordu. Okullar, hastahaneler, kiliseler açılıyor, zor durumda kalmış, fakir azınlık mensuplarına yardım ediliyor en önemlisi ise Anadolu ve Rumeli Türk toplumunda erkek iş gücü ve nüfusu devamlı azalır, düşerken azınlık mensubu gençlerin askere gitmemesi için onların askerlik bedelleri ödeniyordu. Ülkenin asli unsuru ile bu kesim arasında açılan ekonomik uçurum ve devletin aciz görünümü azınlık mensuplarını devletten daha çok hak talep etmeye hatta baskın bir milliyetçilik olgusu ile organize olarak bulundukları devletten toprak kopararak bağımsız devlet kurma ( Ermenistan ) veya başka bir ülke ile birleşme ( Yunanistan ) yolunda çalışmaya onları teşvik etmişti. Levantenlerin ve onların iş ortağı azınlıkların ülke ekonomisinde baskın rolü üstlenmeleri ve batıdan gelen ucuz fabrikasyon ürünlerinin Osmanlı piyasasına hakim olması sanayileşme sürecine girememiş olan ülkede el işi iptidai çalışan bir çok atölyenin kapanmasına sebep olmuştu. Artık Türkler aç kalmamak için üretip, satıyordu. Sürekli çıkan savaş ve ayaklanmalar yüzünden askeri harcamaların karşılanması için konulan vergiler halkta yılgınlık uyandırmış hatta bazı illerde ciddi huzursuzluklara, halk hareketlerine sebep olmuştu. Pazar ekonomisi devletin aleyhine işliyordu.<br />
<br />
Bu süreç ile Balkan savaşına (1912 – 13) kadar devam etti. Balkan savaşında Osmanlı devleti çok kısa bir zaman içinde 125 bin km2 toprak kaybetti. Devlet yönetiminde bulunan İttihat ve Terakki yönetimi savaş müddetince gerek Anadolu’da ki gerek ise Rumeli’de ki vatandaşı azınlıklardan gördüğü hainlik ve ilgisizliği unutmamıştı. Bu azınlık sorununa bir çözüm bulmanın ve yeni bir yapılanmaya gidilmesinin gerekliliği hususunda karar almıştı. Parti en iyi çözümün ekonomiyi millileştirmekten geçtiğini ve asli unsur olarak Türklerin yeniden ticaret sahasına dönmesi gerektiğine inanıyordu. Bu amaçla çalışmalara başlandı. Önce Yunan hükümetinin destek ve teşvikiyle Yunan vatandaşı bir çok Rum’un 1890’lardan itibaren Aydın, Balıkesir illerimizin kıyı şeridine yerleşmeye başladığı hükümetçe de bilinen ve endişelenen bir gelişme idi. Ayrıca bu yerleşimciler ilerde gerçekleştirilmesi mümkün olacak olan Yunan devletinin yayılmacılık siyasetinde görev alabilecekleri tarihi yaşanmışlıklarda görülmüştü.Gerçektende buna I. Dünya savaşı sonunda teşebbüs edilmiş Ege dağlarında teşkilatlanan Rum çeteleri erkeklerinin çoğu askerde olan Türk köylerini, nahiyelerini basarak halka tacizde ve tecavüzde bulunmuşlardır. Esas maksat bölgeyi Türklerden arındırmak ve onları sindirmekti.<br />
<br />
I.Dünya savaşı akabinde yenik kuvvetler tarafında kalan Osmanlı devleti haksız bir şekilde işgale uğramış, daha düne kadar Türkler ile komşu olarak yaşayan Rumlar gerek Yunan gerekse diğer işgal ordularının lehine taşkınlıklar yapmış, Türk yerleşim birimlerinde terör estirmiş akla hayala gelmeyen cinayet ve tecavüzler yapmışlardı. Tabi burada geneli tenzih etmek gerekir. Özellikle iç Anadolu’da yaşayan ve aslen Türk olup Türkçe konuşan Ortodokslar Karaman Türkleri milli mücadele aleyhine hiçbir olaya karışmadıkları gibi aksine Ankara hükümetini ve Kurtuluş savaşını desteklemiş bu yolda can yürekten çalışmalara katılmış, katkıda bulunmuşlardır.<br />
<br />
Savaşın Türkiye’nin lehine sonuçlanmasının ve ulusal varlığının teyidi olan Lozan anlaşması 20 Kasım 1922’de imzalanmıştır. Aynı zamanda bu anlaşmanın belli maddeleri ile iki ülkede yaşayan ve azınlık olarak kabul edilen iki toplumunda kaderi çizilmiş oldu. Çünkü artık beraber yaşamının mümkünü yoktu. Bizde evlat onlarda kuyruk acısı vardı. Yapılanlar ve yaşanılanlar kolay kolay unutulacak şeyler değildi. Bazı tarihçiler mübadelenin ana sebebinin ülkelerin içinde bulunan yüksek orandaki farklı din ve etnik yapının o ülke için tehdit oluşturmasından kaynaklandığı savını ileri sürerler. Evet bu belki başlıca etmen ama ben bu konuda bazı iktisatçıların ileri sürdüğü başka bir düşünceye de katılıyorum. Şöyle ki; Bu mübadele kararının daha önce İttihatçıların arzuladığı ama gerçekleştiremediği ekonomiyi millileştirme çalışmasının başarıya ulaşması yolunda atılmış en ciddi adım olduğuna inanıyorum. Mübadele konusu tartışılırken bu husus da göz ardı edilmemelidir. Yeni kurulan bir ülkenin ekonomisinin azınlıkların elinde olması bir bacağı olmayan insanın sağlam koşucularla maraton koşması kadar mantıksız olurdu. Sonuçta mübadele ile hem iç güvenlik hem de ekonomi üzerine sonradan çıkması muhtemel bir çok engel ve sorundan kurtulunmuş olunacaktı. Azınlıkların, Türkiye üzerine planları olan batılı güçlü ülkelerce nasıl kullanılabileceği ve bunların bahane edilerek yeni devletin iç işlerine müdehale edilebileceği gerçeği Osmanlı pratiğinde çok trajik bir şekilde yaşanmıştı. Ayrıca Anadolu Türklüğü onca savaşın arkasından bir de Kurtuluş savaşına girmiş çok yıpranmış nüfusu koca toprak parçası, üzerinde sahipsizlik hissi uyandıracak şekilde azalmıştı. Rumeli’nden getirilecek nüfusla Ermenilerin tehcirinin akabinde gerçekleşen Rumların göç ettirilmesi ile daha da ıssızlaşmış olan köyler, kasabalar, şehirler yeniden şenlenecek, iş gücü oranı artacak ve en önemlisi yeni ülkenin kendini savunabilmesi için gerekli olan asker sayısının arzu edilen orana ulaşması sağlanacaktı.<br />
<br />
Onaylanan Anlaşmanın koşulu gereği bir süre sonra mübadele işlemi başladı. Adalar denizinin iki yakası arasında gemiler, Trakya’da sınırın iki tarafı arasında ise trenler devamlı insan ve eşya taşıyorlardı. O günleri yaşamış olanlar iki azınlık toplumu üyelerinin birbirleri ile mukayese edildiklerinde aralarındaki farkın net olarak görülebildiğini ifade etmektedir. Bu yazıyı kaleme alanın dedesi 14 yaşında yaşamış olduğu o günler ile ilgili anılarında iki azınlık arasındaki farkını şöyle ifade etmişti;<br />
<br />
Yunanistan sınırını geçip trenimiz Edirne istasyonuna vardığında yan hatta geldiğimiz yöne gitmek için bulunduğumuz katarın hattı boşaltması için bekleyen başka bir katarla karşılaştık. İçi bizim muadilimiz Rum mübadiller ile dolu idi. İlk dikkatimi çeken hepsinin Avrupalı kıyafetler içinde oluşları idi. Bayanlar uzun roplar giyinmiş, omuzlarında şallar başlarında siperli şapkalar ve baş örtüleri vardı. Erkeklerin üzerlerinde ise pantolon, ceket, yelek, ayaklarda iskarpin başta ise fötr şapka birkaç kişide ise fes vardı. Bizim bayanlar da ise üzerlerine aldıkları cüppeye benzeyen siyah renkte ince kumaştan yeldirme denilen bir giysi, altlarında şalvar, başlarında beyaz baş örtüsü vardı. Erkeklerimizin kıyafetleri ise başta fes, üstte yelek, belde kırmızı kuşak, bacaklarda siyah poturdan ibaret olup ayaklarımızda çarıklarımız vardı. İkinci dikkatimi çeken şey onların arasındaki genç erkek nüfusun fazlalığı idi. Bizim erkek nüfusumuz son Balkan harbine gitmiş bir çoğu geri dönmemişti. Geri dönenlerin ise ya uzuvları eksik veya aldıkları yaradan dolayı hareketleri kısıtlı idi. Sağ olup eli ayağı tutanların Balkan harbinden sonra terhis edilmediğini biliyorduk en son sağ olarak 1918 senesinde köye dönmüş olan 1916 ‘da Irak cephesinde savaşırken İngilizlere esir düşen ve iki yıl Hindistan Bombay’da bir esir kampında kaldıktan sonra ancak mütareke imzalanınca serbest bırakılmış bir kişiydi. Diğerlerinden ise köye hiçbir haber ulaşmamışdı. Köyde beş evladının hepsini Balkan savaşındaki Çatalca muharebesinde kaybettiği için çıldıran ve bütün gün köyün içinde oğullarının ismini sayıklayarak dolaşan bir kadıncağız vardı. Yani bizde erkek olarak çocukların dışında 13 – 15 yaşlarında gençler ile 60 yaşın üstü ihtiyarlar vardı. Dikkatimizi çeken diğer bir şey onların eşya olarak yanlarında götürdükleri idi. Büfeler, koltuklar, konsollar, avizeler, şamdanlar filan bizim yanımızda ise lengerler, ibrikler, bakraçlar, kilimler ve yer sofraları mevcuttu. Onlardan utandığımızı hatırlıyorum. demişti. ( Hatırlatmalıyım ki yukarıda tasviri yapılan Türkler en azından 700 yıl Rumeli’yi yönetmiş asli unsurun mensuplarının o günkü içler acısı halidir. Diğer taraf ise yine bizim 1000 yıl himayemizde yaşamış bir azınlık topluluğu.)<br />
<br />
Şimdi yukarıda anlatılanlar çerçevesinde tekrar mukayese edildiğinde Türklerin eğitime önem vermediği ve cahil oldukları ileri sürülecektir. Bunu iddia edenler Osmanlı devletinin son 30 – 40 yılında yapılmış olan rüştiye ve idadi gibi okulların Yunan ve Bulgar orduları tarafından Balkan harbinde yakılıp yıkıldığını, sağlam olanlarına da el konulduğunu ya bilmez yada görmemezlikten gelir. O dönemlerde Rumeli ve Anadolu’da olan azınlık okulları ise hiçbir engelleme ile karşılaşmadan çalışmış, eğitimine devam etmiştir.<br />
<br />
Bu noktaya gelmişken Atatürk’e dolayısı ile mübadillere yapılan bir iftirayı ve haksızlığı da düzeltelim. Yunanistan’dan gelen mübadillere yönelik en ciddi eleştiri onlara Türkiye’nin en güzel topraklarının verildiği ve bu hususta Anadolulu Türklerin istismar edildiğidir. Bunu kanıtlamak içinde Atatürk’ün o coğrafyanın insanı olduğu için gelenleri kayırdığı yani hemşehricilik yaptığı iddiasıdır.. Bu Atatürk’e yapılmış haksız bir iftiradır ki böyle bir olayın gerçekleşmesinin onun yüksek karakterine ne derece aykırı olduğunu yine yaşanmış bir olayı aşağıya aktararak kanıtlamaya çalışacağım.<br />
<br />
Bir ziyaret için bulunduğu binadan çıkarken Atatürk’ün önü yaşlı bir kadın tarafından kesilmiş, kendisinin Selanik’te oturdukları semtte kapı komşuları olduklarını ve onun çocukluğunu bildiğini ayrıca annesinin de o zamanlar yakın arkadaşı olduğunu belirtmiş, oğlu için bir konuda iltimas talep etmişti. Atatürk bu talebi kibarca geri çevirerek medeni bir devletin hukuk üzerine yürümesi gerektiğini bu sebeple de kimseye kayırımcılık yapılamayacağını ona ifade etmişti. Böyle bir insanı ayrımcılık yapmakla suçlamak tam anlamı ile iftiradan başka bir şey değildir. Yunanistan’dan gelen Türklerin şansı onların Rumların ve tehcir sebebi ile Ermenilerce terk edilmiş olan yerleşim birimlerine iskan edilmiş olmalarıdır. Çünkü daha önce yukarda da vurguladığım gibi Rumların ve Ermenilerin sahip olduğu topraklar zaman içinde yükselen ekonomik imkanları ile satın aldıkları, bulundukları bölgenin işlenebilir en değerli, münbit arazileri idi. Aynı politikayı yani boşalan yerleşim birimlerine Türkiye’den Yunanistan’a göçen Rumların iskanını Yunan hükümeti de uygulamak istemiş fakat Rum mübadiller kendilerine yerleşmeleri için önerilen araziler ile Türkiye’de bıraktıkları topraklarını mukayese edince büyük bir hayal kırıklılığına uğramışlardı. Boşalan Türk köyleri dağlar içinde barınımı ve ulaşımı zor yerlerdeydiler. Ayrıca arazi olarak sadece tütün ekimine müsait tarlalar ile karşılaştılar. Onlar ise tütün ekimi hakkında hiçbir bilgiye sahip değillerdi. Ayrıca o coğrafya çok kısa bir süre önce yaşanmış olan Balkan savaşları ile sonrası olmuş silahlı çatışma ve mücadelelerinin yıkım izlerini taşıyordu. Bu sebeple bir çok Rum Türklerden kalan yerleşim birimlerinden ayrılarak Selanik, Pire gibi büyük kentlerin varoşlarına doğru yeni bir göç dalgası başlattılar.<br />
<br />
Yazıma son verirken mübadele döneminde en çok acıyı çekenlerin yukarıda da ifade ettiğim kendileri Türk, dilleri Türkçe olan Karaman Türkleri için daha da travmatik olduğunu kabul etmeliyim. Türklerle sonu yenilgi ile bitmiş bir savaştan çıkmış olan Yunanistan’da halkın acıları taze ve Türk olan her şeye karşı tepkili idiler. Bu yüzden özellikle Karamanlılar bulundukları ülke içinde çok horlandılar ve itilip – kakıldılar. Daha doğrusu dinlerinden dolayı Türkiye, soy ve dillerinden dolayı da Yunanlılar tarafından cezalandırıldılar.<br />
<br />
İşte tarihimizde mübadele olarak bilinen ve o sürece kadar gelen olayların serencamı bundan ibarettir.<br />
<br />
Şunu burada belirtmeliyim ki tarihi bu günün imkan ve koşulları ile değerlendirmek, haklı – haksız tespit etmeye çalışmak yine tarihin kendisine ve gerçeklere yapılmış en büyük hakarettir. Tarihe o günün koşulları içinde bakmak ve eleştirmek gereklidir. Bu ise ancak eğitimli bir insanın metodudur diğeri ise ancak ön yargılı cahilce bir bakış açısı olur.<br />
<i>Okan Balcıoğlu'dan alınmıştır.</i>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-3845897736980044792008-11-23T07:29:00.000-08:002016-12-30T07:31:23.752-08:00Karamanlılar<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgsJwV16uWS8qu2F50-K_va7f2DBuEpigNQCSxq8Ym9PuWccEckuxKIlpUQMSNJ2puyt-xTe_K8iiSxULDOiOQS8QydtKyTD5BOfjbcd2J9CDZ9VLVRITCg8INEf3pTC2tk0-7k318ZSs0/s1600/Bulgaristan-Koprivshtitsa-aysegul3.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgsJwV16uWS8qu2F50-K_va7f2DBuEpigNQCSxq8Ym9PuWccEckuxKIlpUQMSNJ2puyt-xTe_K8iiSxULDOiOQS8QydtKyTD5BOfjbcd2J9CDZ9VLVRITCg8INEf3pTC2tk0-7k318ZSs0/s640/Bulgaristan-Koprivshtitsa-aysegul3.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Bugün Türk dünyasının büyük bir çoğunluğunun İslâm dinine mensup olduğu bilinmekle birlikte, Musevî Karaylar ve Kırımçaklar, Budist Tuvalar ve Sarı Uygurlar ve Hıristiyan Gagauz, Çuvaş, Kreşen Tatar, Hakas, Saha, Dolgan ve Tofa-Karagas gibi Türk boylarının da var olduğu çoğu zaman gözden kaçırılabilmektedir. Diğer taraftan, Türk oldukları şüphe götürmeyen ve Müslümanlıktan farklı inançları benimseyen bu toplulukların dışında günümüzde dilleri, adet, gelenek ve görenekleriyle Türk dünyasıyla benzer özelliklere sahip iki Hıristiyan topluluğun daha varlığı dikkat çekmektedir: Karamanlılar ve Urumlar olarak adlandırılan bu Hıristiyan topluluklardan ilki 1924 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan Türk-Yunan Ahali mübadelesi sözleşmesi ile Anadolu’dan Yunanistan’a gönderilen ve Rum olarak değil de, Karamanlı olarak adlandırılan Ortodoks Hıristiyanlardır. Urumlar ise, 1783 yılına kadar Kırım’da yaşamış, daha sonra II. Katerina tarafından Kırım’dan çıkarılarak günümüz Ukrayna topraklarında özellikle Donetsk bölgesine yerleştirilen Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyan bir topluluktur. Bu bildiride adı geçen bu iki topluluğun tarihî süreçteki durumu ve sosyo-kültürel yapıları 2001 yılında Yunanistan’da ve 2002 yılında Ukrayna’da gerçekleştirilen saha çalışmaları ve literatür taramaları sonucunda elde edilen ilk veriler ışığında değerlendirilmeye çalışılacaktır.<br />
<br />
<b>Karamanlılar</b><br />
Karamanlı isimlendirmesi ilk defa 1553-1555 yılları arasında İstanbul ve Anadolu’yu dolaşan Alman seyyah Hans Dernschwam tarafından İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü adlı eserinde kullanılmıştır. Dernschwam, bu isimlendirmeyi İstanbul’da Yedikule yakınlarında bir mahallede oturan ve Karamanos denilen ve Karaman’dan geldiğini belirttiği bir topluluğu nitelemek için kullanmıştır. Ortodoks Hıristiyan olan ancak hiç Yunanca bilmeyen ve Türkçe konuşan bu insanları İstanbul’a getiren kişi Sultan I. Selim’dir (Dernshwam 1992: 78; Jaschke 1964: 98). Evangelinos Misaelidis ise, bu isimlendirmenin Karaman’dan gelenleri ifade etmek için kullanıldığını ve: “Anadolululara Karamanlı ismi ta Sultan Murad Han-ı Gazi hazretlerinin asrından sehven(yanlışlıkla) İstanbul’un Karamanından dolayı kalmıştır. Şöyle ki, Anadolu’dan İstanbul’a gelen taşçı, duvarcı, sıvacı ustalarının ve amelenin cümlesi büyük Karaman ile Küçük Karaman’da otururlar idi. Ve devlet ebniyesine (binalarına) veyahut onun bunun binasına ustalar iktiza ettiğinde, “gidin birkaç nefer Karamanlı usta getirin” derlerdi, yani Karamanda oturan ustalardan demek idi. Ve ustaların kaffesi Anadolulu olduklarından vakit geçerek, İstanbullular kaffe-i Anadoluluları Karamanlı zanneylediler. Ve böylelikle bu isim kalmış ise de yanlıştır, asıl Karaman İstanbul’dadır” demek suretiyle isimlendirmenin İstanbul’daki küçük Karaman ve büyük Karaman isimlendirmelerinden kaynaklandığını vurgulamaktadır (Anhegger 1979-80: 149; Ekincikli 1998: 124).<br />
<br />
Bu iki görüşten ilkinin Anadolu’daki Karaman’a ikincisinin de İstanbul’daki Karaman’a atıfta bulunmasına paralel olarak anılan bu topluluğun coğrafi bir isimlendirmeye dayanarak Karamanlı şeklinde adlandırıldıkları görüşü geniş kabul görmektedir. Karamanlı isimlendirmesi ile ilgili olarak dilleri dışında aralarında Türkçe adlara da rastlanan bu Ortodokslara Orta Anadolu’nun Karaman bölgesinde rastlandığından dolayı Karamanlı Rumlar adı verildiğine dikkat çeken Semavi Eyice gibi Karamanlıların her ne kadar Anadolu’nun bir çok yerinde yaşadığını belirtmekle birlikte çoğunluğun Anadolu Türkmen Beylikleri döneminde Karamanoğulları Beyliğinin hüküm sürdüğü topraklarda yaşadığını dile getirenler (Eyice 1962: 102, 369) bunun dışında Suriye’den, Balkanlar’a, Besarabya’ya, hatta Kırım’a kadar uzanan daha geniş bir coğrafî alan içerisinde (Tesalya, Makedonya ve Tuna’ya kadar uzanan bölgelerde, Basarabya, Odessa ve Mariupol’de (Zdanow)) Türkçe konuşan Ortodokslara rastlandığı (Eckmann, 1950: 165) vurgulanan bir gerçektir. Bu geniş coğrafya içerisinde ise Anadolu’da Trabzon-Fırat-Toros-Silifke hattından batıya düşen kısmın, özellikle Kayseri, Nevşehir, Niğde, Konya ve Karadeniz sahil mıntıkasının ayrı bir yeri vardır. Çünkü bu alan yukarıda da belirtildiği gibi Türkçe konuşan bu Ortodoks topluluğun yoğun olarak yaşadıkları yeri oluşturmaktadır (Anhegger 1988: 73).<br />
<br />
Coğrafî isimlendirme açısından bakıldığında; genel bir ifadeyle orta Anadolu’ya hâkim olan Karamanoğulları beyliğinin sınırları içindeki alanda sıklıkla Türkçe konuşan Ortodokslara rastlanması Karamanlı isimlendirmesinde önemli bir veri niteliğindedir denilebilir. Bu bağlamda, 13.yy. ‘da Anadolu topraklarında yaşanan gelişmelerin ayrı bir önemi vardır. 1256 öncesinden başlayarak Anadolu Selçukluları’nın Moğol nüfuzuna girmeleri ile Baba İshak müridlerinden (Ocak: 2000) olan Nure Sufî’nin oğlu Kerimüddin Karaman babasının sahip olduğu etki alanını genişletmiştir. Bu arada Karamanoğullarına IV. Kılıç Arslan ve kardeşi II. İzzeddin Keykavus arasında yaşanan taht mücadelesinde rastlanmaktadır. Bu mücadele II. İzzeddin Keykavus’un Bizans’a sığınması (1260) ve Kılıç Arslan’ın ülkenin tek hükümdarı olarak Konya’ya yerleşmesi ile son bulurken, bu olayı İzzeddin Keykavus’un safında yer alan uç beylerinin isyanı takip etmiştir (1261). Türk-Moğol kuvvetlerinin isyanı bastırması ile Karaman Bey kardeşleriyle birlikte harekete geçtiyse de yenilgiye uğramış ve bu yenilgi sonrasında da kardeşleri asılmıştır. Yine 1261 yılında Karaman Bey ölmüş, ancak bu olay Anadolu’daki Karamanlıların mücadelesinin sonu anlamına gelmemiştir. Bu tarihten sonra da Karamanoğlulları Anadolu’daki Moğol hâkimiyetine karşı mücadeleye devam etmişlerdir. Selçuklu Sultanlığı’nın İlhanlı idaresi altına girdiği dönemden başlamak üzere adına sıkça rastlanan Karamanoğulları, Osmanlı Devleti idaresi açısında da sürekli uğraşılması gereken bir güç olarak varlığını korumasını bilmiştir. Ancak, Osmanlı Devleti’ne karşı Haçlılarla dahi ittifak yapmayı göze alan Karamanoğulları, 1487 tarihinde Osmanlı idaresi altına girmiş ve Karaman 1500 yılında bir eyalet hâline getirilmiştir (Uzunçarşılı 1988:2-35). İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’ni uzun süre meşgul eden bu beylik döneminde özellikle Ermenak, Anamur, Larende (Karaman), Aksaray, Konya ve Niğde’de inşa edilen bir çok eserin Karamanoğullarının Selçuk Saltanatının takipçileri olduklarının bir göstergesi olduğuna dikkat çekmektedir. Benzer şekilde, Claude Cahen de Karamanlıların Selçukluların ana kolu gibi hareket ettiklerini ve diğer Türkmenler gibi Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus’u desteklediklerini belirtmektedir( Uzunçarşılı 1998: 36; Cahen 1985 : 204).<br />
<br />
Tarihî süreç içerisinde Osmanlı devleti karşısında bir güç olarak varolmaya çalışan Karamanoğlularının hakimiyeti altındaki topraklarda yaşayan ve Türkçe konuşarak Türkçe isimlere sahip bu Ortodoks Hıristiyan topluluğun isimlendirilmesinde yaşadıkları coğrafyaya dayanıldığı görüşüne paralel olarak, bir noktaya daha temas etmenin bu isimlendirme konusunda farklı bir boyutu ortaya çıkaracağına inanmaktayız. Anadolu’da mevcut Karaman coğrafî isimlendirmesi bir yana bırakılacak olursa aynı isimlendirmeye yani Karaman’a ve doğrudan Karamanlı -Karamanie olarak adlandırılan bir topluluğa Bizans tarihi kaynaklarında rastlanmaktadır. Edouard de Muralt’ın, Essai de Chronographie Byzantine pour Servir à l’Examen des Annales du Byzantine Empire et particulierment Des Chronographes Slavons de 395 à 1057 başlıklı eseri incelendiği takdirde, İstanbul şehrinin Latin hakimiyeti altında olduğu dönemde Edirne’ye bir saldırının gerçekleştirildiği (1205) ve bu saldırıda Ulahya (Eflak) ve Karamanie krallarının Edirne’yi ele geçirdikleri görülür. Haçlılardan on kat daha güçlü durumdaki 120.000 kişilik Kuman, Bulgar ve Ulahlardan oluşan büyük bir ordunun başındaki Johannes Edirne’yi kuşatırken, Kumanlar Haçlıları kendilerini takibe zorlayıp bir tuzak kurarak onların bölünmelerine sebep olup yenilgiye uğratmışlar ve Latin imparatorunu esir alıp Tırnova’ya götürmüşlerdir (Muralt t.y. : 285). Muralt’ın eserinde Ulahya kralı ile birlikte bahsi geçen Karamanie kralının kim olduğu burada üzerinde önemle durulması gereken bir nokta iken, yine Anadolu’da Alaşehir (Philedelphia)’in 1304 yılında Türkler tarafından kuşatılması hakkında Muralt’ın verdiği bilgiler bir diğer önemli noktayı daha ortaya çıkarmaktadır. Anadolu Türklerinin gerçekleştirdikleri bu kuşatmada Türk tarafından gelecek takviye güçleri engellemekle görevli Alişir isminde bir komutandan ve emrindeki Karamanie’lerden bahsedilmektedir (Muralt t.y.: 8). Burada bahsedilen Alişir’in ve emrindeki Karamanie’lerin kimler olduğu ve adlarının neden Bizans safında geçtiği ve Edirne kuşatmasında bahsi geçen Karamanie ülkesinin neresi olduğu sorusu Bizans İmparatorluğu hizmetinde çalışan binlerce Peçenek, Uz, Kuman Türkleri ve en az onlar kadar Bizans’a hizmet etmiş bulunan bir çok Anadolu Türkmeni ile ilgilidir. Zira, M.S. 5.yy.’da Hunlar’dan başlamak üzere Bulgar, Peçenek, Uz, Kuman Türklerinin Hıristiyanlığı kabul etmeleri şartı ile Bizans İmparatorluğu’nda başta ordu olmak üzere çeşitli dinî ve hatta idarî ve diplomasi mekanizmalarında bir çok göreve getirildikleri bilinmektedir. Diğer taraftan, yukarıda da değinildiği gibi adı geçen bu Türk boyları dışında Anadolu Türkmenleri de ön koşul olarak Hıristiyanlığı kabul ile benzer hizmetlerde bulunmuşlardır. Burada Balkanlardaki Türk boyları dışında Bizans’a hizmet veren Anadolu Türklerinin farklı bir isimlendirmeyle anıldığının da altını çizmek gerekmektedir. Türkopoller olarak1 adlandırılan ve ağırlıklı olarak askeri sınıf içinde görev alan Türkmenler arasında oldukça ünlü olan birkaç örneğe burada yer verilebilir: Vatopedi manastırında keşiş olan Sergios Türkopoulos (Savvides 1993: 125), megas primikerios ünvanlı ve Vardar Türklerinin başındaki kişi olarak bilinen ve yine 1098 yılında Haçlılara Antakya’ya kadar eşlik eden Bizans komutanı Tatikios (Megali Elliniki Egkyklopedeia 1933: 22), yine megas domestikos (doğu ve batı Bizans orduları başkumandanı) ünvanlı John Aksukhos Garzya 1984: 83-91; Krumbacher 1895: 10; Khoniates 1995; Muralt t.y.: 143), XI.yy.’ın tanınmış kumandanlarından George Maniakes (Muralt t.y.: 228; Mikhail Psellos’un Khronografyası 1992; Vasiliev 1952: 312) ve bu ünlü isimlerin dışında Nicephorus Prosouchos, Tziknoglos, İshak, Pairames, İlhan (Muralt t.y.: 145; Brand 1989: 4,7,11) gibi ve bugün dahi Yunanistan’da Aynaroz’daki (Athos) manastırlar arasında ayakta durmakta olan Kutlumuş manastırı adındaki manastırın<br />
<br />
1 Türkopoller hakkında bkz.: ‘Tourcopoloi”, Megali Ellniki Egkyklopaideia, c.23, 1933, s. 235;<br />
Alexis Savvides, “Late Byzantine and Western Historiographers on Turkish Mercenaries in<br />
Greek and Latin Armies: Turcoples /Tourkopouloi” in Making of Byzantine History, Studies<br />
dedicated to Donald M. Nicol, ed. by Roderick Beaton and Charlotte Rouche, Variorum, 1993,<br />
s.122; K. Amantos, “Tourcopoloi”, Ellinika, v. 40, 1933, s. 325; Charles M. Brand, “ The Turkish<br />
Element in Byzantium, Eleventh- Twelfth Centuries”, Dumbarton Oaks Papers, vol.43,1989, s.13.<br />
<br />
kurucusu, Selçuklu sülâlesi mensubu olduğu dahi iddia edilen, Kutlumuş’un (Nastase: 1985: 263-368; Brand 1989: 6) Anadolu Türk’ü oldukları Bizans kaynaklarında açıkça belirtilmektedir.<br />
<br />
Kutlumuş’un Selçuklu sülâlesi mensubu olup olmadığı ayrı bir inceleme konusu iken, Bizans kaynaklarında açıkça ifade bulan bu Türklerin varlığı yanında yukarıda değinilen Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus’un Bizans’a sığınması olayını biraz daha detaylı bir biçimde incelemek gerekmektedir.<br />
<br />
İzzeddin Keykavus kardeşi ile olan taht mücadelesi sonrasında Bizans’a sığınmasını takiben maiyetindeki askerlerinin de sınır bölgesi olan Sivrihisar’a çekilip oradan Bizans topraklarına geçerek İzzeeddin Keykavus’a katıldıkları bilinmektedir. Bundan sonra ise Bizans topraklarında özellikle Dobruca bölgesine iskân edilen bu askerlerin Anadolu’daki akrabalarının da bölgeye gelmesiyle 30-40 obadan oluşan iki ya da üç Müslüman kasabası oluşturulmuştur. Bundan sonra ise İzzeddin Keykavus’u Bizans tahtını ele geçirme konusunda ikna etmeye çalıştığı söylenen iki komutan imparator tarafından cezalandırılırken, olaya katıldığı belirlenenler ölümden ancak vaftiz olmayı kabul ile kurtulabilmişlerdir. Sultan ve iki oğlu Mesut ve Kayumert hapsedilmişler, Sultanın annesi ve diğer iki oğlu da sarayda tutulmuşlar, daha sonra da Karaferya’ya gönderilmişlerdir (Hionidi 1970: 115; Wittek t.y.: 48). Ancak, Sultan İzzeddin Keykavus, Berke Hanın devreye girmesiyle esaretten kurtularak Kırım’a gitmiştir. Bu arada sultanın annesinin ölümü üzerine iki oğlundan büyük olanı bölgenin valisi olurken küçük saraya alınmıştır. Berke Han bundan sonra Dobruca’da bulunan Türkleri de kendi hakimiyetindeki topraklara yerleştirdiyse de, Sultanın 1280 yılında ölümünden sonra Dobrucalı Türkler tekrar Dobruca’ya dönerken oğlu Mesud, babasının varisliğini üstlenerek gemiyle Rum’a, yani Anadolu’ya dönmüştür. Mesud Anadolu’ya geçtikten sonra kardeşleri hakkında bilgi almak için imparator Basileos’a gönderdiği elçi aracılığıyla kardeşlerinden birinin sarayda, diğerinin de Karaferya’da vali olduğunu öğrenmiştir. Bu kardeşlerinden sarayda bulunanı yanındaki bazı Türklerle kaçmaya çalıştıysa da, yakalanmış ve prens ünvanıyla vaftiz edilerek keşiş yapılmıştır. Bir süre Aya Sofya Patriğinin servisinde çalıştıktan sonra Dobruca’daki Türklere katılarak tekrar Müslüman olmuştur. Ancak diğer prens ve oğlu Karaferya’da kalmış ve Müslüman olarak ölmüşlerdir. Diğer taraftan ise, prensin torunu Basileos’un emriyle vaftiz edilmiştir (Wittek t.y.: 648). Bu arada Georgio Hionidi, Keykavus’un çocukları ve özellikle torunları arasında ünlü olanlardan bazılarının isimlerini şu şekilde belirtmektedir: Konstantin Melik ve arazi sahibi olup ayrıca Veria bölgesininn temsilcisi sıfatını taşıyan Astrapiris ve Astrapiris Melikis, Kumaniçi arazilerinin sahibi Atanasios, Alexios, Sultan Dimitrios ve Konstantin Melik (Hionidi 1970: 116,133). Burada yer verilen bu isimler arasında yer alan Astrapiris Melikis ismi ve Kumaniçi arazileri ile ilgisi olduğunu düşündüğümüz ve bugün Yunanistan’ın Veria bölgesinde Meliki ve Koman isimlerini taşıyan yerleşim birimlerinin bulunduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu arada Hionidi yine Keykavus ailesine mensup olup Hıristiyan toprak sahipleri olarak bilinen ve Veria’nın sembolü haline gelen üç Keykavus’tan daha bahsetmektedir. Bu kişilerden yetenekli bir asker olan Lizikos Georgios 1328 yılında Selanik şehrinin, 1341 yılında Kastoria ve 1350 yılında da Edessa şehrinin komutanlığını yapmış, ancak bir yıl sonra Sırplara esir düşmüş ve esaret sırasında ölmüştür. Bir diğer Keykavus ise Mihail Lizikos’tur. 1326 yılında Veria’da bugünkü Tripotam yakınlarında mal sahibi olan Mihail muhtemelen ileriki yıllarda bu şehri I. Beyazıt döneminde Osmanlı’ya teslim eden kişidir. Şehrin teslim edilmesinin ardından hepsinin kafir savaşçılar olarak nitelendiği ve Lizikos ve diğer kardeşlerinin Serez yakınlarındaki Zikhna’ya gönderildikleri ve Lizikos’un bu şehrin valisi tayin edildiği, Sultan Beyazıt’ın bunlara bazı imtiyazlar verdiği ve Lizikos’un Zikhna’da bir keşiş olarak öldüğüne dair bilgiler bulunmaktadır. Sonuç olarak ise, Yazıcıoğlu Ali’nin şu son cümleleri konuya açıklık getirmektedir:<br />
“Kardeşleri ve oğulları Zikhna’da yaşıyorlar ve ne haraç ne onda ödüyorlar birinin adı Dimitri Sultan, diğerinin adı Mikho Sultan hepsi bu vesselam”( Wittek t.y.: 651).<br />
<br />
Buraya kadar yer verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere Sultan İzzeddin Keykavus tek başına Bizans’a sığınmamıştır. Maiyetinde olan ve ona destek veren sayıları kesin olarak bilinmese de, küçümsenemez bir oranda oldukları tahmin edilebilecek sayıda askerin ve bu askerlerin ailelerinin de kendisiyle beraber olduğu, çoğunun başlangıçta Müslümanlığını koruması yanında Hıristiyanlaştırılanların da bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, Hıristiyanlaştırma dışında, Dobruca’da yaşamakta olan ve Sultan ile birlikte Kırım’a gitmeyen veya gidip tekrar geri dönen Türklerden zaman içerisinde Hıristiyanlığı kabul ile Türkopol adını alan ve Bizans ordusunda hizmet etmeye başlayanlar olduğuna dair de bilgiler bulunmaktadır (Wittek t.y.: 657). Diğer taraftan, Askeri görev dışında Dobruca’da yaşamakta olan Türklere ne olduğu sorusunun cevabı, Bulgar Çarı Svoloslav ve Bizans İmparatoru Andronicus II arasında 1307-8 yılında imzalanan antlaşmada yatmaktadır. Bu antlaşma ile Bizans imparatoru, Bulgar Çarının ele geçirdiği yerleri, özellikle iki önemli liman olan Anchilaos ve Mesembria’yı tanımak zorunda kalınca Dobruca’da yaşamakta olan Türklerin Bizans ve diğer akrabalarıyla olan bağı kopmuştur. Zaman içerisinde de özellikle ünlü Sarı Saltık’ın ölümünden sonra Müslümanlıklarını tamamen kaybetmişlerdir (Wittek t.y.: 657). Bugün Balkanlarda yaşamakta olan Gagauz Türklerinin varlığı ortadayken diğer taraftan, Karaferya ve Zikhna olarak adlandırılan diğer iki bölgede de Gagauz Türklerinin yaşadığının belirtilmesi konu ile ilgisi bakımından ayrıca dikkate değerdir. Bu arada Sultan Keykavus’un maiyetindeki askerlerin arasında kimler olduğu konusunda özellikle Bizans kaynaklarında mevcut bilgilere dayanarak bazı sonuçlara ulaşmak mümkündür. Her şeyden önce Sultanın Bizans’a sığınması aşamasında Anadolu Türkmen beyliklerinin, bu arada Karamanoğullarının, kendisine destek oldukları ve bu destek çerçevesinde ayaklandıkları ve bu ayaklanmanın İlhanlı ordusu tarafından bastırıldığı bilinmektedir. Bu bağlamda, Türk tarihî kaynaklarından elde edilen bilgilere göre bir taraftan Karamanoğlullarının İzzeddin Keykavus’a destek oldukları gerçeği karşısında, diğer taraftan Bizans kaynaklarında bahsi geçen Alişir adındaki komutanın emrindeki Karamanie ismindeki askerlerin Anadolu’daki Karamanoğulları ile ve benzer şekilde, Muralt’ın eserinde bahsedilen Ulahya (Eflak) Kralı ile birlikte adı geçen Karamanie ülkesinin Osmanlı idaresi altında Boğdan (Besarabya) olarak adlandırılan idari birim içinde bulunan Akkerman ile ve bu bölgenin Türk nüfusu ile bir ilgisi olma ihtimali yüksektir. Dolayısıyla, bugün Balkanlardaki Türk varlığının en çarpıcı örneğini oluşturan Gagauz Türklerin kökenlerinin izahı da bu tarihi gerçeklerle bağlantılıdır. Diğer bir ifadeyle, Balkanlar özellikle Hunlarla başlayan süreçle birlikte sürekli olarak Türk göçleri sonucu Bulgar, Hazar, Peçenek, Uz ve Kuman-Kıpçak Türklerinin yerleşimine sahne olmuştur. Bu yerleşim sürecinde ise bahsi geçen bu Türk boylarının Bizans ile teması söz konusudur. Bu temaslar çerçevesinde yukarıda da değinildiği gibi binlerce Hazar, Peçenek, Bulgar, Kuman ve Uz Türkü Bizans’a ön koşul olarak Hıristiyanlığı kabul ile özellikle asker olarak hizmet vermişlerdir. 11. yy. sonrasında ise Anadolu Türklerinin de Türkopol isimlendirmesiyle benzer bir süreci takip ettikleri görülmektedir. Gerek İzzeddin Keykavus ile birlikte gerekse kişisel olarak Bizans hizmetine giren Türkmenler ön şart olarak Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bizans hizmetine girdikten sonra ise imparatorluğun özellikle sınır bölgelerine yerleştirilmişlerdir. Dolayısıyla, bugün Balkanlarda yaşamakta olan Gagauzların kökenlerinin bu bölgeye yüzyıllarca süren Türk göçleri sonucu bölgede var olan Peçenek, Kuman ve Uz Türkleri ile Anadolu Türkmenlerine dayandığı açıklıkla ifade edilebilir.<br />
<br />
Gagauz Türklerinin köklerinin bir koldan Anadolu’ya bağlı olması gerçeği kadar kendilerine Karamanlı denilen ve bugün Yunanistan’ın farklı bölgelerinde yaşamakta olup birinci kuşak açısından bakıldığında hala akıcı bir Türkçe konuşan ve isimleri olmasa bile soy isimleri olarak Türkçe isimler taşıyan Karamanlıların neden bu isimle anıldıkları konusunda sadece yaşamış oldukları coğrafyaya dayanılmasının doğru olmadığını belirtmek gerekmektedir. Anadolu Türkmenleri arasında Bizans’a hizmet için Hıristiyanlığı kabul edenlerin varlığı ve Sultan Keykavus’a destek olanlar arasında Karamanoğullarının da bulunması bu durumun açıklanmasında birer veri niteliği taşımaktadır denilebilir. Bunun dışında, 1924 yılına kadar Türkiye topraklarında özellikle orta Anadolu’nun Kayseri, Niğde, Karaman, Nevşehir ve Konya gibi illerinde yaşamış olup o dönemde Yunanistan tarafından yürütülen Helenleştirme siyasetine büyük bir çoğunlukla olumlu cevap vermeyerek Millî Mücadele döneminde Anakara Hükümeti ile birlikte hareket eden binlerce Karamanlı Ortodoks, iki ülke arasında gerçekleştirilen nüfus mübadelesine dâhil edilerek Yunanistan’a gönderilmişlerdir.<br />
Geçmişte ve bugün kendilerinin Rum Ortodokslardan farklı bir yapıya sahip olduklarını dile getirmekte olan Ortodoks Karamanlılar her şeyden önce konuştukları dilleri, geçmişte taşıdıkları Türkçe isimleri ve sahip oldukları diğer bir çok kültürel özellikleriyle Ortodoks Rumlardan çok Müslüman Türklere benzediklerini vurgulamaktadırlar. Bu konuda 2000 yılı içerisinde Yunanistan’da yapılan saha çalışması sırasında elde edilen veriler de bu durumu destekler niteliktedir. Özellikle Yunanistan’a adaptasyon sürecinin ancak yakın bir zamanda sağlanabilmesi gerçeği dışında, yukarıda da değinildiği gibi, birinci kuşak mübadil Karamanlıların bugün hala akıcı bir Türkçe ile konuşabildikleri tespit edilmiştir. Bunun dışında kendileriyle görüşme imkânı bulunan Karamanlıların bugün yaşatmaya çalıştıkları adet, gelenek ve görenekleriyle ilgili bilgiler bir araya getirildiğinde ortaya ilginç bir tablo çıkmaktadır. Bu konuda birkaç çarpıcı örneğe yer vermek konunun daha açık bir şekilde anlaşılmasını sağlayacaktır. Tarih içinde tekrarlanan ve insanları bir arada tutan gelenek, görenek, örf ve adetler arasında önemli bir yeri olan düğünlerin Karamanlılar arasında nasıl yapıldığına bakıldığında bir Ortodoks Karamanlı düğünün, dini inancın gereği yapılan törenler hariç, Müslüman Türk düğününden farkı olmadığı görülür. Bir hafta boyunca süren düğünün ilk gününde gelin arkadaşlarıyla gelin hamamına gitmektedir. Ertesi gün ise yine arkadaşları gelinin evinde toplanarak ekmek yapmaktadırlar. Bir teknenin içindeki una atılan altını ellerini kullanmadan ağızlarıyla bulmaya çalışırlar. Genelde Cuma gününe denk gelen günde gelinin elbiselerini almak için davul, zurna eşliğinde damadın evine, damadın elbiselerini almak için de gelinin evine gidilmektedir. Cumartesi günü akşam damadın evinde büyük bir eğlence düzenlenirken, kız evinde daha sessiz bir eğlence yapılmaktadır. Damadın evinde evin damına kırmızı bayrak asılırken, damat tıraşı geleneği doğrultusunda davul zurna eşliğinde köyün yaşlıları, gençleri ve sonrasında damat tıraş edilir. Bu sırada içinde pamuk , pirinç ve çorap bulunan ve damat tarafından gezdirilen büyük bir tepsiye atılan paralar berbere verilmektedir. Daha sonra cirit ve güreş oyunlarının düzenlenmesinin arkasından yemek yenilir ve en son damda oynanan oyunlarla geç vakitte eğlenceye son verilir. Pazar günü Ortodoks inancının gereği köyün papazı gelinin ve damadın evlerine giderek elbiselerinin üzerine dualar okur. Damadın ve gelinin yaşça en büyük akrabaları hazırlanmalarına yardımcı olur. Daha sonra ise damat ve arkadaşları davul zurna eşliğinde önce kirvenin (sağdıç) evine gider ve kirveyi alırlar. Bunu gelinin evinden alınması takip eder. Bundan sonra davul zurna önde olmak üzere damat ve akrabalarını gelin ve ailesi takip ederek kiliseye doğru gitmeye başlarlar. Gelinin yüzüne damadın bakması yasaktır ve gelinin yüzü kıvrak veya al denilen kırmızı bir örtü ile örtülmüştür. Hz. İsa ikonası önünde duran gelin ve damadın başlarına altın kaplama taç koyan papaz töreni tamamladıktan sonra kiliseden çıkılırken gelinin başına buğday, leblebi ve küçük paralar atılır. Damadın evine gelindiğinde damat annesi elinde bal dolu bir tas tutarak gelini çağırır ve tarla, bahçe gibi hediyeler vermeyi teklif eder. Gelin sesini çıkarmayıp naz yaparken damadın annesi iki kere geline bal verir gibi yapıp geri çekilir ve üçüncü de balı gelinin ağzına verir. Daha sonra anne üç parmağını balın içine sokarak evin kapısı üzerine bir haç işareti yapar.Bu ağız tatlılığına delalet iken, gelin kapıdan girmeden önce evliliğinin sağlam olması için eşikte duran demire basar. Sonra damadın akrabaları geline bir erkek çocuk veriler. Bu neslin devamında erkek çocuğa verilen önemin göstergesidir. Gelin ve damat eve girdikten sonra dışarıda eğlence başlar. Düğün gecesi gençleri yaşlı bir kadın beklerken sabahında da çarşaf gösterme âdeti vardır. Bir hafta sonra ise gelin çeşmeden su almaya gittiğinde çeşmede genç kızlarla türküler söylenir, oyunlar oynanır. Gelin bereket olsun ve hepsi de çabuk evlensin diye kızların üzerine su serper (Katsikas 2000 ; Alivanoğlu 2000: 37).<br />
<br />
Yukarıda verilen düğün tarifinde yer alan dama kırmızı bayrak asılması, gelinin yüzüne kıvrak veya al denilen kırmızı bir örtü ile örtülmesi, geleneksel Türk ailesinde soyun erkek çocukla devamı inancı, evlilik kurumunun sağlam olması için demire basılması, gelin ve damadın düğün gecesi beklenerek sabahında çarşaf gösterilmesi bugün dahi Türkiye’nin bir çok yerinde olduğu gibi Türk dünyasında da aşağı yukarı aynı özellikleri taşıyan düğünlerle benzer özellikler yer almaktadır. Düğün âdeti dışında bir kadının çocuk sahibi olduğu zaman gerçekleştirilen bazı uygulamalar da oldukça ilgi çekicidir. Bebek tuzlanıp kundağına ince kum serpilerek hayırlı kırklanma dilenir ve nazardan korunması için de yatağına sarımsak ve mavi boncuk konulur ve kötü ruhlardan korunması içinde tütsü yapılır. Bu arada çocuk oyunları arasında aşık, körebe, hoplamaç, saklambaç, körebe, beş taş, sırt-sırt ve güreş sevilen oyunlardır. Tüm bunların dışında ayrıca dikkati çeken bir uygulama da Türklere hiç de yabancı olmayan ve bir çeşit halk doktorluğu denilen ocak-ocaklı kavramıdır(Alivanoğlu 2000: 43,83).<br />
Gelenek ve görenekler bir tarafa bırakılacak olursa, Karamanlıların en çarpıcı özelliklerden birini konuştukları Türkçe oluşturmaktadır. Karamanlıların neden Türkçe konuştukları ile ilgili olarak farklı yorumlar bulunmaktadır. Her şeyden önce Türkçe konuşan bu Ortodoks nüfusun yoğun Türk nüfus arasında kültürel etkileşim sonucunda ve hatta Türk nüfusun baskısıyla Türkçe konuşmak zorunda kaldıkları fikri özellikle Yunanlı bilim adamları tarafından ileri sürülmektedir (Vryonis 1971; Dawkins 1916). Bu görüş bir oranda Müslüman ve Hıristiyan nüfusun karışık olarak yaşadıkları köyler için geçerli olabilir ise de, tamamen Ortodoks nüfus barındıran köylerde Türkçe konuşulması açısından yeterli olmamaktadır. Örneğin, mübadele öncesi Anadolu’da Kayseri-Sivas yolu üzerinde yer alan ve sadece Ortodoks nüfus barındıran bir köy olarak Rum Kavak köyünden 90 yaşındaki Kosmas Pavlidis “Türkçe konuşurduk Rumca yoh”derken, kilisede ibadet sırasında Rumca’yı anlamadıkları için papazın İncil’i Türkçe’ye çevirmek zorunda kaldığını belirtmekteydi(Pavlidis 2000). Benzer şekilde sadece Ortodoks nüfustan oluşan Karacaören köyünden 88 yaşındaki Sultan Çiçekoğlu hangi dili konuştukları sorusuna: “Türkçe... Urumca kim biliyor...Türkçe” şeklinde cevap verirken kilisedeki ibadet dilinin de Rumca değil, Türkçe olduğuna dikkat çekmekteydi (Çiçekoğlu 2000).<br />
<br />
Orta Anadolu’daki bazı Ortodoks köylerinde Türkçe konuşulması ile ilgili olarak R.M. Dawkins, sayısal bazı veriler sunmaktadır. Bu verilere göre bahsi geçen bölgede Rumca konuşan köy sayısı 32 iken, toplam 81 cemaat içinde Türkçe konuşan Ortodoks cemaatin sayısı 49’dur. Benzer şekilde sayısal verilerden hareket ederek Frigya olarak adlandırılan iç batı Anadolu’da 19 Ortodoks yerleşim biriminden 14’ünün, Psidia olarak adlandırılan güney bölgesinde ise 6 Ortodoks yerleşim biriminin tamamının dilinin Türkçe olup Rumca’Dan eser olmadığını belirten Kitromilides ve Alexandris, Pampilya olarak adlandırdıkları Antalya ve çevresi için de mevcut 7 Ortodoks köyden 6’sının da Rumca bilmeyen köyler olduğuna dikkat çekmektedir (Kitromilides ve Alexandris t.y.: 20). Eğer Ortodoks nüfus yoğun Müslüman baskısı karşısında veya günlük yaşamı devam ettirmenin bir gereği olarak Türkçe konuşmak zorunda kaldıysa bunun aynı çevredeki tüm köyler için geçerli olması gerekirdi. Ancak, verilere bakıldığında durumun bu şekilde olmadığı görülmektedir. Kısacası, iç batı Anadolu’nun kuzeyinde 19 yerleşim birimine sahip olan Ortodoks nüfus arasında 14 köy Türkçe konuşurken neden 5 köy Rumca konuşmaktaydı veya güney kesimde 7 Ortodoks köyden neden sadece birisi Rumca konuşmaktaydı. Bu köylerde yaşayanlar Müslüman baskısına maruz kalmamışlar mıydı ya da Rumca konuşanlar neden ticaret ve sosyal ilişkiler açısından kendi dillerini unutacak derecede Türkçe konuşmaya başlamamışlardı.<br />
<br />
Diğer taraftan, konuşulan dil olarak Türkçe onlar açısından bizim dilimiz olarak nitelendirilirken taşıdıkları isimler de dilleri kadar dikkat çekicidir. Bugün için Yunanistan’da yaşayan Karamanlıların sadece soy isimlerinde (Çiçekoğlu, Kulaksızoğlu, Çakpinoğlu, Sütoğlu gibi), Türkçe isimlere rastlanırken geçmişte şahıs isimleri arasında Türkçe isimlere rastlamak mümkündür. Bu konuda Osmanlı Tahrir defterleri ve Şer’iye Sicillerinde yapılan incelemeler sonucunda elde edilen birkaç örneğe burada yer verilecek olursa:<br />
<br />
Kayseri’ye ait 16.yy. tapu tahrir defterinde:<br />
Karye-i Çukur’dan mahalle-i Kor: Karlı veled-i Aydoğdu ve Hızır veled-i O (Karlı’nın oğlu Hızır), Yağmur veled-i Aydoğdu, Satılmış veled-i İneverdi ve Yardım birader-i O ( Satılmış’ın kardeşi Yardım), Aydoğdu veled-i O (Yardım’ın oğlu Aydoğdu) Kademşah veled-i Aydoğdu, Ağabalı veled-i O, Emir veled-i Tutuk ve Yörük birader-i O (Emir’in kardeşi Yörük), Ayurdı veled-i Yahşi ve Budak veled-i O ve Sefer veled-i O, Sefer veled-i Çalapverdi ve Gökçe birader-i O ve Döğenci birader-i O, Sefer veled-i Küçük ve Mihail veled-i O, Hızır veled-i Küçük ve Yardım birader-i O (Kırpık 1997: 60-62)<br />
şeklinde gayri müslim nüfus arasında Türkçe isimlere rastlanırken, benzer şekilde ilginç isimler, Ankara’ya ait I numaralı Tapu Tahrir defterinde de yer almaktadır: Bayram veled-i İnebeyi, Tanrıverdi veled-i Budak, zımmi Şahbula, zımmi Hüdaverdi, zımmi Karaman ve Hüsrev, zımmiye Katunpeşe, Körpe veled-i Sultanşah, Şehbula veled-i Seferşeh, Şahbula bint-i Tatar, Yağmur (Ongan 1958: 17, 46, 48, 609, 581, 226, 103, 180, 61, 206,268).<br />
<br />
Burada yer verilen örnekleri çoğaltmak mümkündür. Nitekim, Kayseri ve Ankara dışında Niğde, Sivas, Karaman, Konya ve Nevşehir gibi illere ait Tapu Tahrir ve Şer’iye sicillerinde benzer isimlere rastlanmaktadır. Konu ile ilgili olarak Ömer Lütfi Barkan’ın Türk Yapı Malzemesi ve Tarihi için Kaynaklar başlıklı makalesi da konu itibarıyla önemli bir bilgi içermektedir. Süleymaniye Camii ve imaretinin Mufassal Muhasebe Defterlerini inceleyen Barkan, çalışan gayrimüslim işçiler arasında Budak, Karagöz, Arslan, Karaman, Timur, Alagöz, Tanrıverdi, Aydoğmuş, Ayvat, Kalender, Hızır, Murad, Aslıbeg, Aydın, Paşa Bey, Karyağdı, Karabaş, Karakaş, Kaplan, Hüsrev, Kumru, Kuzu, Bahadır, Bayram, Balı, Melikşah gibi isimler taşıyanların kalabalık Türk kitleleriyle iç içe yaşayan gayri müslim veya geçmişte Hıristiyanlığı kabul etmiş, fakat lisan ve isimlerini değiştirmemiş Türk soylu kimseler olabileceğine dikkat çekmektedir (Barkan 1955-56:13,19)<br />
<br />
Hıristiyan nüfus arasında Türkçe isim örnekleri sadece orta Anadolu ile sınırlı değildir. İrene Beldiceanu, Bitinya olarak adlandırılan güney Marmara bölgesi ile ilgili olarak Tapu Tahrir defterleri üzerinde yapmış olduğu incelemeler sonucunda ilginç tespitler yapmıştır. Beldecianu, 16.yy. sonuna kadar kentlerdeki gayri müslim nüfusun azaldığına dikkat çekerken, doğrudan Türk adlarını taşıyan Yüreğir ve Çepni köyleri üzerinde önemle durmaktadır. Yüreğir köyünde yaşayanlar Hıristiyan ve Grek Ortodoks takviminden isimler taşımaktayken, Çepni köyü nüfusu Müslüman ve Hıristiyan olarak ayrılmakta ve Hıristiyanlar arasında Türkçe isimlere rastlanmaktadır. Beldecianu, Yüreğir köyündeki Grek Ortodoks takviminden isim taşıyanların varlığını Bizans döneminde hizmet eden Türklere ve Bizans’ın Hıristiyanlaştırma siyasetinde katı bir kural olarak var olan barbar isimlerinin bırakılması olayına bağlarken, Çepni köyü sakinlerinin babadan oğula uzanan bir süreç içinde Hıristiyanlıklarının incelenmesi gereken bir Türk-Tatar topluluğunun varlığına dayandırmaktadır (Beldecianu 1997: 18).<br />
<br />
Güney Marmara bölgesindeki Ortodoks nüfus yerleşim birimleri arasında Çepni ve Yüreğir isimlerini taşıyan köylerin bulunması ilgi çekici iken, bu bölgenin durumu ile ilgili tamamlayıcı bir bilgiye daha yer vermek gerekmektedir.<br />
<br />
Yukarıda Bizans hizmetindeki Anadolu Türkmenlerinden bahsedilmişti. 14.yy. içerisinde Türkopol ismiyle anılan bu askerlerden bazılarının Bizans-Katalan mücadeleleri sırasında saf değiştirerek Katalanların tarafına geçtikleri ve Bizans’a karşı yağma hareketlerine katıldıkları bilinmektedir. İşte bu dönemde Halil ve Melik isminde iki komutanın emrinde savaşan Türkopoller Anadolu’daki Türkmenlerden destek almışlardır. Bu yağma hareketlerinin ardından bu askerlerden bazıları Halil komutanla birlikte Anadolu’ya geçmişlerdir. Bu geçiş sırasında Dobruca’da yaşayan ve İzzeddin Keykavus ile birlikte Anadolu’yu terk eden Türklerin de var olduğu bilinmekle birlikte, Müslümanların yanında Hıristiyan Türkopollerin de olabileceği üzerinde durulması gereken bir noktadır (Wittek t.y.: 666). Diğer taraftan, Halil komutanın Anadolu’ya geçmesi sonrasında neler olduğu konusunda ise İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Anadolu Beylikleri Tarihi adlı eserine bakmak gerekmektedir. Uzunçarşılı, Halil komutanla Anadolu’ya geri dönen Dobrucalı Sarı Saltık’ın Alevî Türkmenlerinin Çanakkale-Balıkesir bölgesindeki Karesi Beyliği’nin başındaki Karasi Bey tarafından beyliğinin topraklarına yerleştirildiklerini vurgulamaktadır (Uzunçarşılı 1988: 96). Dolayısıyla, bugün dahi bahsi geçen bölgede tahtacı Türkmenlerinin yaşıyor olması bir tarafa, Osmanlı döneminde 16.yy. da bölgede Yüreğir ve Çepni isimlerini taşıyan köy nüfusu arasında yoğun bir şekilde Türkçe isim taşıyan gayrimüslimin varlığı da komutan Halil ile birlikte Anadolu’ya geçen Türkopollerle bağlantılı olsa gerektir.<br />
<br />
Sonuç olarak, bazı Ortodoksların Karamanlı olarak adlandırılmalarını, Karamanoğullarının hâkim olduğu sahada yaşamış olmalarından dolayı sadece coğrafî bir isimlendirmeye bağlamak kanaatimizce doğru değildir. Anadolu Türkmen beylikleri içerisinde önemli bir güç unsuru olarak İlhanlı ve Osmanlı Devletleri karşısında Selçuklu Sultanlığı’nın bir vârisi gibi hareket eden, kardeşi ile giriştiği taht mücadelesi sonunda Bizans İmparatorluğu’na sığınan İzzeddin Keykavus’u destekleyen Karamanlıların ve Bizans hizmetindeki Anadolulu Hıristiyan Türkmenlerin, yani Türkopollerin, varlığı kadar, özellikle Osmanlı idaresi altında orta Anadolu bölgesindeki Ortodoks nüfus arasında rastlanan öz Türkçe isimlerin yoğunluğu ve bu insanların günlük yaşamlarında tek kelime Yunanca bilmeden Türkçe konuşmaları ve hatta ibadet etmeleri dışında bugün dahi akıcı bir şekilde Türkçe konuşabilmeleri bir zamanların güçlü Türkmen beyliği Karamanoğullarının Karamanlı Ortodokslarla doğrudan alâkalı olduklarını açıkça ortaya koymaktadır, denilebilir.<br />
<br />
Urumlar<br />
Günümüzde Ukrayna’nın Donetskk bölgesine bağlı Donetsk merkez başta olmak üzere Manguş, Starokırım, Granitnaya, Starolaspa, Staroignatovka, Mirna, Staromolinovka, Starobeşevo, Komar, Ulaklı, Bagatiri köyleri ve Maripol şehrinde yaşayan ve resmi belgelerde Grek olarak adlandırılan bir Ortodoks topluluk yaşamaktır. Topluluğun en çarpıcı özelliği Türkçe konuşuyor olmalarıdır. Dil dışında gelenek ve görenekleri açısından da ilginç bir yapı sergileyen bu topluluk mensupları kendilerine Urum demektedirler.<br />
<br />
1989 Sovyetler Birliği nüfus sayımına göre Ukrayna topraklarında 45.000 Urum yaşamaktadır. Ancak, sosyolojik tahminlere göre belirtilen tarih için Urumların nüfusu 60.000 kadardır. Günümüzdeki nüfusları ile ilgili olarak elde resmî bir veri bulunmamasına karşın topluluğun önde gelen aydınlarından Valeri Kior, tüm Ukrayna’da yaklaşık 300.000 Grek yaşamakta olduğunu bu nüfusun yarısını da Urumların oluşturduğunu belirtmiştir (Kior 2002). Bugün ağırlıklı olarak Ukrayna’nın Donetsk bölgesinde yaşayan Urumların asıl yerleşim yerleri ise Kırım’dır. 1778 yılına kadar Kırım’da Kırım Hanlığı idaresi altında yaşamış olan Urumlar, Rus İmparatoriçesi II. Katerina tarafından Ermeni ve Greklerle birlikte Kırım’dan çıkarılarak Donetsk bölgesinde iskana tabi tutulmuşlardır. Kırım’dan ayrılışlarını topluluk üyeleri sürgün olarak nitelendirmektedirler. Bu konuda görüşülen Urumların ortak düşüncesi II. Katerina’nın amacının Kırım Hanlığının ekonomik gücünü elinde tutan Hıristiyan halkın Kırım’dan uzaklaştırıp böylece Hanlığı ekonomik olarak çökertmek olduğudur. Akademik çevrede de benzer görüş hakim durumdadır. Donetsk Devlet Üniversitesi’nde Matematik Profesörü olan Stephan Kalayerov ve Kazakistan’da, Almata’da Deşt-i Kıpçak sahası ve Urumlar üzerine incelemeler yapmakta olan Dr. Aleksandr Garkavets, Ermeni, Rum ve Urumlara yönelik bu iskânın gerçek amacını Kırım hanlığının ekonomik olarak çökertilmesine bağlamaktadırlar (Kalayerov 2002). Nitekim, bu olaydan beş yıl sonra 1785 yılında Kırım Hanlığının Rusya’ya bağlandığı bilinmektedir.<br />
<br />
Kırım’dan ayrıldıktan sonra iskân edilecekleri yerlere geldiklerinde kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmediğini gören Ermeni, Grek ve Urumların çoğu zaten açlık, soğuk ve hastalıktan yollarda hayatlarını kaybetmiştir. Geride kalan Ermeniler zaman içinde toplam 5 köy kurarken, Grekler ve Urumlar da toplam 22 köy kurmuşlardır. İskân sonrası dönemde hiçbir konuda yardım almadan bugüne kadar varlıklarını sürdürmüş olan Urumlar, gerek Sovyet döneminde var olan, gerekse resmi olarak diğer Greklerle birlikte anılmalarının verdiği ortam dolayısıyla doğrudan Grek toplumundan gördükleri baskıya rağmen ana dilimiz dedikleri Türkçe’yi ve sahip oldukları âdet, gelenek ve göreneklerini kaybetmemişlerdir.<br />
<br />
2002 yılı içerisinde yukarıda bahsi geçen yerleşim birimlerinde yapılan saha çalışması sonucunda elde edilen verilere bakıldığında topluluğun 1778 yılı öncesine ait tarihî herhangi bir bilgiye veya yazılı kaynağa sahip olmadıkları tespit edilmiştir. Urumların geçmişlerine yönelik bilgi sahibi olmadıkları gerçeği bir tarafa bu konu ile ilgilenmedikleri de söylenemez. Zira, Urumların merak ettikleri en önemli konu geçmişleri ve kimlikleridir. Onlar resmî kayıtlarda Grek olarak adlandırılsalar da, kendilerinin Greklerden oldukça farklı olduklarını her fırsatta dile getirmektedirler. Başka bir ifadeyle onlar Grek değillerdir, Rus veya Ukrayn da değillerdir. Bu durum karşısında Urumlar kimlerdir?<br />
<br />
Urumların tarihi ile yakından ilgilenen ve Ukrayna tarihi üzerine doçentlik tezi hazırlamakta olan Kior, topluluğun tarihi geçmişi üzerine yapmış olduğu araştırmalara dayanarak ilginç bir açıklama yapmaktadır. Kior’a göre Urumlar, yüzyıllar boyunca Hunlardan itibaren Bulgar, Hazar, Peçenek, Uz ve Kıpçak Türklerinin hakim oldukları Deşt-i Kıpçak ismiyle anılan bu coğrafyada yaşamışlar ve yaşamaktalar. Bunun yanında, dil olarak hem güney hem de kuzey Türkçesinin özelliklerini taşımaktalar ve aşağıda örnekleri görüleceği gibi âdet, gelenek ve görenek olarak da Greklere değil, Türklere benzemekteler. Sonuçta, Kior’a göre Urumlar köken olarak Kıpçak-Oğuz Türklerinin bir karışımıdırlar (Kior 2002). Diğer taraftan, Kior’un bahsetmiş olduğu Deşt-i Kıpçak sahasının yüzyıllar boyunca Roma Katolik Kilisesi ve Bizans Ortodoks Kilisesinin misyon faaliyetlerine sahne olması ve bu faaliyetler sonucunda bu Türk boylarına mensup binlerce Türkün Hıristiyanlığı kabul ettikleri bugün bilinen tarihî bir gerçektir.2 Ayrıca, başta konuştukları dil ile Greklerden tamamen ayrılan Urumlar, sahip oldukları gelenek ve görenekleriyle de Greklerden farklı bir yapı sergilediklerini vurgulamayı ihmal etmemektedirler(Kior 2002).<br />
<br />
2 Deşt-i Kıpçak sahasında misyonerlik faaliyetleri hakkında detaylı bilgi için bkz.: Peter Golden,<br />
“Religion Among the Qıpcaqs of Medivial Eurasia”, Central Asiatic Journal, no.42, 1998; İstvan<br />
Vasary, “ Orthodox Christian Qumans and Tatars of Crimeea in the 13th-14th centuries”,<br />
Central Asiatic Journal, vol.32, no. 3-4, 1988; Gyula Moravcsik, “ Byzantinische Mission im Kraise<br />
der Türkvölker an der Nordküste des Schwarzen Meeres”, Proceedingss of the 13th International<br />
Congress of Byzantine Studies, Oxford, 5-10September 1966, ed. J.M. Hussey, D. Obelensky and S.<br />
Runciman, Oxford Un. Press, London, 1977.<br />
<br />
Bir toplumu tanımanın en önemli kaynakları o toplumun sahip olduğu kültürel öğeleridir. Bu bağlamda, Urum toplumunu tanımak için bugün hâlâ devam ettirmeye çalıştıkları gelenekleri ve adetleri arasında yer alan düğün, doğum ve ölüm âdetleri ayrı bir yere sahiptir. Eski Kırım’da (StaroKırım) yaşamakta olan Feodora Mihaeliç, geleneklerinin Greklerden farklı olduğunun altını çizerken bir Urum düğününü şu şekilde tarif etmektedir: ilk gün süslenen iki at ile gelinin evine gidilir ve gelinin vaftiz annesi geline damat ile paylaşacağı bir yastığı satar. Gelin evine gidilirken gelinin vaftiz annesi ön sırada yeri alır ve gelinin temizliğini simgeleyen kırmızı bir bayrak taşır. İkinci gün köy meydanında gelinin anne ve babası ile damadın anne ve babası oluşturulan bir çember içinde davul, klarnet, kemençe eşliğinde oyunlar oynarlar. Bu iki ailenin birbirine saygısı için yapılan bir uygulamadır. Üçüncü gün ise gelinin çeyizi alınmaya gidilir ve sonrasında düzenlenen eğlence ve törenle evlilik gerçekleştirilir. Bu arada çalınan gelin havası ile gelin ağlatılmaya çalışılır. Yeni bir çocuk dünyaya geldiğinde ise aile, kendilerine göz aydına gelen misafirleri için göz aydın sofrası hazırlamaktadır. Ayrıca, bebeğin kötü ruhlardan korunması için de yatağa istavroz-haç konur. Bu arada yeni doğan bebek-balanın kırklanması gerekmektedir. Loğusa kadın ise 40 gün dışarıya çıkmamaktadır. 40.gün ise banyoda iyice yıkandıktan sonra kiliseye giderek dua eder. Loğusanın 40 gün boyunca dışarı çıkmamasının sebebini geçmişte Urumlar arasında yaygın olan bir inanca bağlamak mümkündür. Bunun temelinde yeni doğum yapan bir kadının bastığı yerde ot bitmeyeceği inancı vardır. Düğün ve doğum kadar ölüm olayı karşısında da Urumların sahip oldukları inanç ve uygulamalar dikkat çekicidir. Her şeyden önce cenaze töreni düzenlenmeden cenazenin bir gece evde yatması gerekmektedir. Cenazenin bulunduğu odada mum yanarken cenazenin ayakları ve çenesinin bağlanması gerekmektedir. Karnının üzerine ise mıknatıs konulmakta eline de haç verilmektedir. Bu arada evde yaşayan kedi ve köpekler kapatılmalıdır. Ayrıca evdeki tüm aynalar da bir örtüyle kapatılmaktadır. Ertesi gün düzenlenen cenaze töreni ile defin işlemi gerçekleştirilir. Cenazenin defnedilmesinden sonraki 8. ve 40.günleri önemlidir ve ölen kişinin akrabalarının tıraş olmaması âdeti vardır. Urumlar arasında var olan bir diğer inanç da nazar değmesidir. Mihaeliç, nazar değmesinin esneme ve baş ağrısı ile ortaya çıktığını belirtirken, bazı insanların gözünün değebileceğini vurgulamaktadır. Nazara karşı İncil’den dua okunduğunu belirtirken bu duayı da herkesin okuyamayacağının altını çizmekte ve kendi ailelerinde bu özelliğin büyük annesinin elini sürüp sırtını sıvazlamasıyla kızı Ludmila’ya geçtiğini belirtmektedir. Çocuk oyunlarına bakıldığında ise koyun ayağı kemiği ile oynanan aşık oyunu, dip düştü, elçi geldi, çaka oyunu, çelik çomağın geçmişte çocuklar arasında oynan oyunlar olduğu anlaşılmaktadır. Bugün dahi yapılan yemeklerine bakıldığında, kavurmanın sızık ismiyle, ayranın aryan, kaymağın haymah olarak, pekmezin bekmez olarak telâffuz edilmesi dışında yoğurdun süzme yoğurt hali ile, köbetenin ve kolbasının (Mihaeliç 2002; Konstantinova 2002) var olması ilgi çekicidir.<br />
<br />
Sahip oldukları gelenekleri ve âdetleri ile ve bugün dahi taşıdıkları Arabacı, Keçeci, Yağmurci, Nalça, Karasakal, Kör (Kior), gibi Türkçe soy isimleriyle Grek olarak adlandırdıkları Yunanlılardan tamamen farklı olduklarını ve aralarında hiç de iyi bir ilişkinin bulunmadığını dile getiren Urumlar, resmî literatürde Grek olarak adlandırıldıkları hâlde neden Greklere benzemedikleri, neden onlarla anlaşamadıkları ve en önemlisi de neden Türkçe konuştuklarını sorgulamaktadırlar.<br />
<br />
Topluluk üyeleri açık ve sade bir biçimde Türkçe konuşuyor olsa da, kendileri dillerini Türkçe olarak değil de, Greko-Tatar ve Urumca olarak adlandırmaktadırlar. Greko-Tatar adlandırması bugün batı literatüründe yer alan bir adlandırma olup (Podolsky 1985) Urumlar arasında da bu isimlendirme kullanılmakta ve kendilerinin Yunanlılardan ayrı olduklarını belirtmek için “biz Helen değiliz Greko-Tatarız. Helen başka Greko-Tatar başka” şeklinde ifade etmektedirler. Bunun dışında ayrıca yaşlı kuşak özellikle Urum tabirini kullanmaktadır. Gündelik yaşamlarında her ne kadar Rusça etkin bir yere sahipse de, kendi aralarında ve evlerinde orta ve yaşlı kesim Urumca konuşmaktadırlar. Kırım’dan 1778’de ayrılmalarını takiben her türlü kısıtlama ve yasağa rağmen dillerini korumayı bu şekilde başardıklarını belirten Urumlar, kendi aralarındaki konuşmalarda Rusça konuşanları “bizces laf et” diyerek uyarmaktadırlar. Diğer taraftan, bizces dedikleri dillerinin Türkçe ile %99 oranında aynı olduğunu da kabul etmektedirler. Ancak, topluluk üyeleri arasında dillerinin ölmek üzere olduğu yönünde ciddî bir endişenin de var olduğu gözlenmektedir. Bu konuda özellikle gençlerin kendi ana dillerini konuşmaları ve unutmamaları için topluluk üyelerinin önde gelen isimlerinin önemli sayılabilecek girişimlerinin olduğu da gözlenmiştir. Bu bağlamda, Urumların Karan dedikleri ancak, Ukrayna devleti tarafından Granitnaya olarak ismi değiştirilen bir Urum köyünde emekli bir kütüphane görevlisi olan Dora Vasilevna Famiçova, evlenmeden önceki soyadının Körük olduğunu belirtirken Urum gençlerinin kendi kültürlerini ve dillerini unutmamaları için köy kütüphanesinde büyüklerinden kalan çeşitli eşyaların sergilendiği bir köşe oluşturduklarını vurgulamıştır. Bunun dışında yine Urum gençlerine kütüphane görevlisiyken ana dillerini doğru dürüst öğrenebilmeleri için onlara Urumca öğrettiğini de dile getirmiştir. Bunun için ayrı bir çalışma yaparak Türkiye’de kullanılan Latin alfabesinin Urumca’nın ifade edilmesinde en uygun alfabe olduğunu tespit eden Famiçova, Latin alfabesini Urumca’ya uyarlamıştır. Bu şekilde, köyün gençlerine görevli olduğu dönemde dillerini Latin alfabesine dayanarak öğreten Famiçova, bugün de bunu yapmak istediklerini ancak, maddî yönden yetersiz olduklarını dile getirmiştir. Famiçova’nın dışında benzer bir uygulama bugün hâlen Valeri Kior tarafından Eski Kırım (StaroKırım)’da yürütülmektedir. Kior, köyün gençlerine Latin alfabesiyle değil de, Kiril alfabesiyle Urumca öğrettiğini ve bunu devam ettirmek istediklerini belirtmiştir (Famiçova 2002 ; Kior 2002).<br />
<br />
Yukarıda yer verilen bilgiler ışığında 18. yy. sonundan itibaren Rus denetimi altına girmelerine rağmen Urumca dedikleri dillerinden ve kültürlerinden vazgeçmemiş olan Urumların bugün hala kendi içlerinde bu şekilde varlıklarını devam ettirmeye çalışmalarının gerçekten büyük bir başarı olduğunu belirtmek gerekmektedir. Ancak, Urumlar bu varlık mücadelesinde bugüne kadar başarılı olsalar da, bu başarılarının devamı için önlerinde uğraşmaları gereken bir takım meselelerin olduğu da açıktır. . Şöyle ki, yukarıda adı geçen köy ve şehirlerde yaşayan tüm Urumları ve Grekleri bir arada toplamak amacıyla Yunanistan destekli bir federasyon faaliyet hâlindedir. Donetsk şehrinde bulunan Grek federasyonu başkanı Feodor İstanbulci, 1990 yılında tüm Urum ve Greklerin aynı soydan geldikleri fikrinden hareketle kurulan ve zamanla tüm Grek ve Urumları bir çatı altında toplamayı hedefleyen federasyonun şu anda parçalanmış olduğunu belirtirken bu parçalanmanın nedenleri konusunda herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınmıştır (İstanbulci 2002). Diğer taraftan, bahsedilen bu parçalanmanın nedenleri konusunda Urumlar oldukça açık bir şekilde Greklerin kendilerini dışladıklarını, din dışında onlarla dilleri dahil hiçbir ortak noktalarının da olmadıklarına dikkat çekmektedirler. Ayrıca, yapılan görüşmelerden anlaşıldığı kadarıyla Yunanistan destekli federasyon bu bölgede on yıldır faaliyettedir ve Urumlar arasında aslen Helen soyundan gelmekte oldukları ve Türklerin baskısı sonucu Türkçe konuşup onlara benzedikleri şeklinde propaganda yürütmekte, topluluk mensuplarının Yunanca öğrenmelerini sağlamakta, Urum gençlerini eğitim veya çalışma amacıyla Yunanistan’a götürmekte, hatta Yunan vatandaşlığına geçmeleri için çaba sarf etmektedirler. Federasyonun bu çabalarının tamamen boşa gittiği söylenemezse de, federasyona tepki gösteren Urumların sayısının çokluğu federasyonun tam anlamıyla hedefine ulaşamadığını göstermektedir. Çünkü Staroignatovka’da yaşayan Syvetlana Konstantinova, Maria Sağırova ve Evdokia Tırnaksız’ın söylediklerine bakılırsa Yunanistan’a giden Urumlar tıpkı Türk-Yunan nüfus mübadelesinde Yunanistan’a gönderilen Karamanlı Ortodokslar gibi Yunan toplumu tarafından kabul görmemekte ve toplumdan dışlanmaktadırlar. Bunun dışında, Greklerden farklı olduklarının bilincinde olan Urumlar da, her ne kadar maddi açıdan yetersiz olsalar da, kendi başlarına bir organizasyon oluşumunu arzulamaktadırlar (Konstantinova, Sağırova ve Tırnaksız 2002). Şu an için sahip oldukları Birlik adlı gazete ile bu tür bir oluşumun temellerini atmış görünmektedirler. Sahip oldukları bu gazete dışında yukarıda adı geçen akademisyen Kior’un ve ünlü güreşçileri ve şairleri Viktor Borata’nın yazmış oldukları Kiril alfabesiyle Urumca şiir ve yazılar tüm topluluk üyeleri tarafından ilgiyle takip edilmektedir.<br />
<br />
Kökenleri konusunda ciddî anlamda sorun yaşayan Urumlar üzerine akademik çevrelerde yapılan çalışmalara bakıldığında bugüne kadar bu konuda tek isim denilebilecek olan Dr. Alexander Garkavets’in adına rastlanmaktadır. Aslen bir Ukrayn olup, şu anda Kazakistan’da Avrasya Araştırmaları Merkezinin başkanlığını yürüten Garkavets, 1973 yılından bugüne Urumlar üzerine dil ve folklorik incelemeler yapmış ve bu anlamda bir çok eser kaleme almıştır. Türkçe konuşmakta olan Urumların köken itibariyle Helen olduklarını iddia eden Garkavets, Urum tabirinin Türkler tarafından Romalılara verilen bir adlandırma olmasının ötesinde bu iddiasını destekleyecek ciddî anlamda tarihî bir veri ileri sürememektedir. Diğer taraftan, konu ile ilgili olarak bugüne kadar Türkiye’de herhangi bir bilimsel çalışmanın bulunmaması da üzerinde durulması gereken bir diğer önemli gerçektir.<br />
<br />
Sonuç olarak, 1999 yılından itibaren bugüne kadar gerek Karamanlılar gerekse Urumlar ile ilgili gerçekleştirilen saha çalışmaları ve yapılan literatür taramaları sonucunda ulaşılan verilere dayanarak;Türk tarihi açısından oldukça önemli olan ve bugüne kadar haklarında detaylı çalışmaların yapılmadığı Bizans hizmetindeki Hıristiyan Türklerin konumlarının ve Selçuklu tarihinin özellikle XIII.yy’daki Selçuklu Sultanlığı’nı idare eden iki kardeş, Rukneddin Kılıçarslan ve İzzeddin Keykavus, arasındaki taht mücadelesinde Keykavus’un maiyetindeki binlerce askerle birlikte Bizans İmparatorluğu’na sığınması sonrasında yaşanan gelişmelerin özellikle Yunan kaynakları esas alınarak Türk kaynakları ile karşılaştırmalı olarak detaylı bir şekilde incelenmesi gerektiğini vurgulamak gerekmektedir. Diğer taraftan, bugüne kadar elde edilen veriler, Gagauz Türklerinin, bir zamanlar Kırım’da yaşamış olup ve şimdi, geçmişten bugüne dilleri ve kültürleri konusunda taviz vermeden, Ukrayna topraklarında yaşamakta olan Urumların ve 1924 yılına kadar Türkiye topraklarında Rum Ortodoks nüfustan çok Müslüman Türk toplumu ile büyük benzerlikler gösteren, Türkçe konuşan, Türkçe isimler taşımış olan Karamanlılar arasında tarihi bir bağın var olduğunu gösterir niteliktedir denilebilir. Başka bir ifadeyle, en büyük desteği Anadolu Türkmen beyliklerinden ve bu arada Karamanoğullarından alan Sultan Keykavus ile birlikte Bizans’a sığınan ve yine onunla birlikte Kırım Hanlığı topraklarına giden Türklerin varlığı yanında, adı geçen Kırım Hanlığı topraklarının tarihte Deşt-i Kıpçak olarak adlandırılan ve yüzyıllar boyunca Bulgar, Hazar, Peçenek, Uz ve Kıpçakların hüküm sürdüğü sahanın bir parçası olması ve bu sahada Roma Katolik kilisesi ve Bizans Ortodoks Kilisesinin misyon faaliyetlerine sahne olması ve adı geçen Türk boylarına mensup binlerce Türkün Hıristiyanlığı kabul etmesi gerçekleri konuştukları dil ve sahip oldukları kültürel özellikleri açısından Karamanlıların ve bugün kendi üyeleri arasında köklerini Oğuz-Kıpçak Türklerine dayandıran ve Urum olarak adlandırılan bu iki Ortodoks Hıristiyan topluluğun Türklük ile bir bağlarının olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır, denilebilir.<br />
<br />
<i>Yonca Anzerlioğlu, Çağdaş Türklük Araştırmaları Sempozyumu 2002, Bildiriler, 8-10 Mayıs 2002, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü</i><br />
<br />
<b>Kaynaklar</b><br />
“Tourcopoloi”, (1933). Megali Ellniki Egkyklopaideia, 23, 235 s.<br />
“Tatikios”, (1933). Megali Elliniki Egkyklopedeia, 22, 822s.<br />
Alivanoğlu, Kaliopi, (2000). Apo to Çukur Kappadokia isto Kappadokiko, Karditsa.<br />
Amantos, K., (1933). “Tourcopoloi”, Ellinika, 40, 325 s.<br />
Anhegger, Robert, (1988). “Evangelinos Misaelidis ve Türkçe Konuşan Dindaşları”, Tarih ve<br />
Toplum, 50, Şubat, 73 s.<br />
---, (1979-1980), “Hurufumuz Yunanca. Ein Beitrag zur Kenntniss der Karamanish-Türkischen Literatür”, Anatolica, no.VII, 159 s.<br />
Barkan, Ömer Lütfi, (1955-1956). “Türk Yapı ve Yapı Malzemesi İçin Kaynaklar”, İktisat Fakültesi Mecmuası, 17 (1-4 Ekim –Temmuz): 13-19.<br />
Beldecianu, İrene, (1997). “Bitinya’da Gayri Mülsem Nüfus (14.yy’ın ikinci yarısı –15.yy’ın ilk yarısı), Osmanlı Beyliği, (ed.) Elizabeth Zachariadou, İstanbul.<br />
Brand, Charles M., (1989). “The Turkish Element in Byzantium, Eleventh- Twelfth Centuries”, Dumbarton Oaks Papers, 43: 13.<br />
Cahen, Claude, (1985). Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, İstanbul.<br />
Çiçekoğlu, Sultan ile 6.10.2000 tarihinde Farsala Zoodohos Pigi köyünde yapılan mülakat.<br />
Dawkins, R.M., (1916). Modern Greek in Asia Minor, Cambridge.<br />
Dernschwam, H., (1992). İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, çev. Prof. Dr. Yaşar Ören, Ankara, Kültür Bak. yay.<br />
Eckmann, J., (1950). “Anadolu Karamanlı Ağızlarına Ait Araştırmalar,I. Phonetika”, A.Ü. D.T.C.F. Dergisi, VIII (Mart 1): 165.<br />
Ekincikli, Mustafa, (1998). Türk Ortodoksları, Ankara, Siyasal yayınevi.<br />
Eyice, Semavi, (1962). “Salaville Severien ve Dalleggio, Eugine, Karamanlidika, Bibliographie analytique d’ouvrages en langue Turque imprimes en caracteres Grecs I, 1584-1850”, Belleten, XXVI (Nisan 102): 369.<br />
Famiçova, Dora ile Karan-Donetsk’de 09.05.2002 tarihinde gerçekleştirilen mülakat.<br />
Garkavets, Aleksandre ile Akmescit’te 13.05.2002 tarihinde gerçekleştirilen mülakat.<br />
Garzya, Antonius,(ed.), (1984). Oraiones et Epistolae, Leipzig.<br />
Golden, Peter, (1998). “Religion Among the Qıpcaqs of Medivial Eurasia”, Central Asiatic Journal, 42.<br />
Hionidi, Georgio, (1970). İstoria Tis Veria, Selanik.<br />
İstanbulci, Feodor ile Donetsk’de 08.05.2002 tarihinde yapılan mülakat<br />
Jaschke, Gotthard, (1964). “ Die Türkisch-Orthodoxe Kirche”, Der Islam : 98.<br />
Kalayerov, Stephan ile Donetsk’de 08.05.2002 tarihinde gerçekleştirilen mülakat.<br />
Dimitrios ile 9.10.2000 tarihinde Yunanistan’ın Larissa şehrinde yapılan mülakat.<br />
Khoniates, Niketas, (1995). Historia, (çev.) Fikret Işıltan, Ankara, TTK.<br />
Kırpık,Güray, (1997). Kayseri, Niğde ve Aksaray Livalarında Hıristiyan Türkler, Gazi Ün. Eğitim Fak. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara.<br />
Kior, Valeri ile Eski Kırım (Staro Kırım)’da 10.05.2002 tarihinde gerçekleştirilen mülakat.<br />
Kitromilides, M. Paschalidis ve Alexis Alexandris, “Ethnic Survival, Nationalism and Forced Migration, The Historical Demograph of the Greek Community of Asia Minor at the Close of the Ottoman Era”, Deltio, 4: 20.<br />
Konstantinova, Syvetlana ile Staroigneteva-Donetsk’de 09.05.2002 tarihinde yapılan mülakat.<br />
Krumbacher, Karl, (1895). “Michail İtalikos”, Byzantinische Zeitshrift, 4: 10.<br />
Mihaeliç, Feodora ile StaroKırım-Donetsk’de 10.05.2002 tarihinde yapılan mülakat.<br />
Mikhail Psellos’un Khronografyası, (1992). (çev.) Işın Demirkent, Ankara, TTK.<br />
Moravcsik, Gyula, (1977). “Byzantinische Mission im Kraise der Türkvölker an der Nordküste des Schwarzen Meeres, “Proceedingss of the 13th International Congress of Byzantine Studies, Oxford, 5-10 September (1966), (ed.) J.M. Hussey, D. Obelensky and S. Runciman, London: Oxford Un. Press<br />
Muralt, Edouard de, Essai de Chronographie Byzantine pour Servir à l’Examen des Annales du Byzantine Empire et particulierment Des Chronographes Slavons de 395 à 1057, St.Petersburg, 1, 2.<br />
Nastase, D, “Les Debuts de la Communaute Ecumenique du mont Athos”, Simmetika, tom. Ektos: 263-368.<br />
Ocak, Ahmet Yaşar, (2000). Babiler İsyanı, Aleviliğin Tarihsel Altyapısı, Yahut Anadolu’ya İslam-Türk Heteredoksisinin Teşekkülü, İstanbul.<br />
Ongan, Halit, (1958). Ankara’nın ı numaralı Şer’iye Sicili, Ankara, TTK.<br />
Pavlidis, Kosmas ile 6.10.2000 tarihinde Farsala-Zoodohos Pigi köyünde yapılan mülakat.<br />
Podolsky, Baruch, (1985). A Greek Tatar-English Glossary, Ottoharrassowittz, Wiesbaden.<br />
Sağırova, Maria ile Staroignatovka-Donetsk’de 09.05.2002 tarihinde yapılan mülakat<br />
Savvides, Alexis, (1993). “Late Byzantine and Western Historiographers on Turkish Mercenaries in Greek and Latin Armies: Turcoples /Tourkopouloi” in Making of Byzantine History, Studies dedicated to Donald M. Nicol, ed. by Roderick Beaton and Charlotte Rouche, Variorum, 122 s.<br />
Tırnaksız, Evdokia ile Staroignatovka-Donetsk’de 09.05.2002 tarihinde yapılan mülakat.<br />
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, (1988). Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu -Karakoyunlu Devletleri, Ankara,: TTK.<br />
Vasary, Istvan, (1988). “Orthodox Christian Qumans and Tatars of Crimeea in the 13th-14th centuries”, Central Asiatic Journal, 32 (3-4).<br />
Vasiliev, A. A., (1952). History of the Byzantine Empire, 324-1453, I, Madison.<br />
Vryonis, Speros, (1971). The Decline of The Medivial Hellenism in Asia Minor and the Process of Islamization from the 11th through the 15th century, Los Angeles,.<br />
Wittek, Paul, “Yazıcıoghlou Ali on the Christian Turks of the Dobrudja”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, University of London, 14, 3: 48.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-7795343426301409270.post-18980222093961939262007-12-01T08:13:00.000-08:002016-12-30T08:18:05.469-08:00Türkçe kaç kelime ihraç etti?<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgWsHPGldL0TKqaIh9n_E9Z3Gs-QQ8hsHjMVuJ1LYWLueTBHlsA8SrdTPf8dhpXQQMRhdyX7Ug4SAYUmwuuERzvrb6TJd4eR2dJqpyCoCR2HJsgIo_sziXIjNKed_IMb6GzM7JSPmhJFJU/s1600/bed-mg_9711-2.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="242" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgWsHPGldL0TKqaIh9n_E9Z3Gs-QQ8hsHjMVuJ1LYWLueTBHlsA8SrdTPf8dhpXQQMRhdyX7Ug4SAYUmwuuERzvrb6TJd4eR2dJqpyCoCR2HJsgIo_sziXIjNKed_IMb6GzM7JSPmhJFJU/s640/bed-mg_9711-2.jpg" width="640" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
TDK'nın, yabancı dillere geçen sözcüklerden oluşturduğu sözlükte yaklaşık 8 bin 500 madde bulunacak.<br />
<br />
Türk Dil Kurumu, Türkçeden diğer dillere geçen sözcükleri "Türkçe Verintiler Sözlüğü" adıyla bir araya getirerek yayımlamaya hazırlanıyor. Beykent Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Günay Karaağaç'ın 10 yıllık çalışması sonucunda hazırlanan sözlüğe göre, Türkçe, aralarında Çince, İngilizce, Ermenice, Rumence, Yunancanın da bulunduğu çok sayıda dile 20 bini aşkın sözcük verdi.<br />
<br />
TDK Danışmanı Prof. Dr. Recep Toparlı, şimdiye kadar <b>Türkçeye</b> Arapça ve Farsça gibi dillerden geçen sözcüklerin kitaplaştırıldığını, böyle bir çalışmanın ilk kez yapıldığını belirterek, kitabın önümüzdeki aylarda basılacağını söyledi. Çalışmayı yapan Karaağaç'a göre ise dünyada bir dilden başka dillere giden sözcükleri bir araya getiren başka bir sözlük yok. Türkçe'nin imparatorluk dili olmasının, çok sayıda komşu ülkeye sözcük vermesine neden olduğunu belirten Karağaaç, "<i>Kitapta 8 bin 500 madde var. Tek tek sözcük olarak değerlendirdiğimizde ise 20 binden fazla sözcük var</i>" dedi.<br />
<br />
<b>Köşkten babaya</b><br />
Türkçenin diğer dillere verdiği bazı sözcükler ve anlamları şöyle:<br />
<b><br /></b>
<b>Aba</b> (Yünden yapılan kumaş):<br />
Rusça.: abá "kalın ipten gevşek dokunmuş kumaş"<br />
Ermenice: aba "yünlü kumaştan yapılmış palto"<br />
Sırpça: haba "kalın çuha"<br />
<b><br /></b>
<b>Açık</b><br />
Farsça: açig (ağaçsız ve açık yer, alan)<br />
Rumence: acíc, (üstü örtülü olmayan)<br />
Yunanca: açíh-açiğá (açık açık, açıkça)<br />
çikmaví (açık mavi)<br />
<b><br /></b>
<b>Ada</b><br />
Bulgarca: adá, adalíya (adalı)<br />
Arnavutça: hadë<br />
<b><br /></b>
<b>Baba</b><br />
Farsça: baba (baba, saygı değer yaşlı)<br />
Rusça: babá, babáy (büyük baba, dede)<br />
Bulgarca: babá, babó, bóba, babáya, babáyko, bubáyko<br />
<b><br /></b>
<b>Bacanak</b><br />
Farsça: bacanak<br />
Rusça: bacınak<br />
Yunanca: bacanákis<br />
<b><br /></b>
<b>Çadır</b><br />
Çince: chádié'ér<br />
Urduca: çatr (padişah için kullanılan büyük şemsiye)<br />
Yunanca: çadíri (çadır; dağınık ev veya oda)<br />
<b><br /></b>
<b>Çakal</b><br />
İtalyanca: sciacallo, jacal, sciacal (avının üzerine atılmağa hazır kimse; dehşet günlerinde vurgunculuk yapan kimse; gösterişli cenaze törenleri düzenleyen kimse)<br />
Fransızca: chacal-chakal<br />
<b><br /></b>
<b>Elçi</b><br />
Çince: é'erqin<br />
İngilizce: elchee<br />
<b><br /></b>
<b>Köşk</b><br />
Farsça: kûsk<br />
Fransızca: kiosque<br />
İngilizce: kiosk, kiosque<br />
<br />
<b>Sırpçada 9 bin Türkçe sözcük</b><br />
Türkçe Verintiler Sözlüğü çalışmasına göre, Türkçeden diğer dillere geçen yaklaşık olarak sözcük sayıları şöyle:<br />
Çince 300 - Farsça 3000<br />
Urduca 227 - Arapça 2000<br />
Rusça 2500 - Ermenice 4260<br />
Ukraynaca 800 - Macarca 2000<br />
Rumence 3000 - Bulgarca 3500<br />
Sırpça 9000 - Çekçe 248<br />
İtalyanca 146 - Arnavutça 3000<br />
Yunanca 3000 - İngilizce 470<br />
Almanca 166Unknownnoreply@blogger.com